ama nafile… O zamanlar geçmiş ola… Şimdiki bin masal dinlesen o mutlu günlerin beş dakikasını geri getirmek mümkün olmaz. Yalnız davranışlarınla çocukluk etmiş olursan ruhça o eski tadın binde birini bulamazsın. Seyahatname okumaktan da vazgeç. Onlarda da bir gerçeğe bin yalan eklenmiştir. Zihnin, gözlerin başka bir yazarın uydurma yazılarıyla yorulacağına sen kendin ayrıntılı, dallı budaklı bir yalan uydur. Hayal gücün oranında onu süsle. Gerçek kılığına dök. Telle pulla, bütün enini boyunu yaldızlı bir macunla ört. Bu yaldızlı iksir şişesini ‘İkdam’ yazı işleri müdürüne takdim et. O da tefrika tefrika yayımlasın. Haydi düşünme! Düşünme! Yüreğimdeki uzun, hızlı akım çevik bir kalemle birleşir, bağlanırsa, içimden taşanları dile getirebilirse meydana gelecek hikâyeye başkaları değil sen bile aldanır, yazarken bazı ağlar, bazı gülersin…”
Ah hokkabaz hokka seni!.. Ne kadar yalancı ve kandırıcısın. Beni yalana sen alıştırdın. Haydi bu defa da sözünü dinleyeyim. Fakat sen, kalem, ben, bu üç samimi arkadaş birbirimizi gücendirmeden, aldatmadan yine bu işi nasıl başa çıkaracağız? Üç dört yüz sayfa yalan yazmak kolay mıdır? Ama nasıl yalan? Tıpatıp gerçeğe, sahiye benzeyecek. Hele bir cümlede, bir satırda işin ekini belli et. Derhâl tenkitçiler başlar: “Yazar burada amma da zırvalamış ha… Hiç öyle şey mi olur? Böyle kubbesi uygun gelmeyen yalan okuyacak olduktan sonra hayalci Aziz Efendi ne güne duruyor? Onu okurduk ay efendim…”
Sadece ruh hâlleri üzerine bir roman yazsanız: “Bu ne kadar çekilmez şey. Ne geniş ne uzun tutulmuş, gereksiz ayrıntılarla dolu bir şey. Konu diye hikâyede ne var? Hemen hiçbir şey… Bir kadın, entarisinin en görünmez buruşuklarına kadar ele alınıyor. Bir insanın her sabah, her akşam nasıl kalktığı, yattığı anlatılıyor. Ruh sıkıcı bir hikâye…” sitemlerine uğrarsınız.
Olay biraz karışık, heyecanlı olsa o zaman yeni yetişen gençlerin şu “Yeni masalı okuyor musunuz? Gerçekten gülünç. Şu ileri zamanda roman diye yazılır saçma değil. Zavallı romancı memleketimizde Xavier de Montépin’in yerine geçmek istiyor. Dimağı o yolda eğitilip yetiştirilmiş Ancien Régime’den ayrılamaz ki… Sanattan haberi yok. Hikâyesi sade olaylar… Birkaç sürpriz düzenlemedikçe masalını ne yolda süsleyebilecek?” sözleriyle eseri çürütmeye çalışacaklar.
İşte ben bu tür çıkışlara rağmen dikenli tenkitler karşısında daima kendi fikir ve görüşlerime bağlı kalarak, kendimce bir yol tutturarak yürüyeceğim. Yazacağım. Beğenmeyenler elbette daha iyisini yazma gücünde olan kişiler olacaktır ki böylelerinin çoğaldıklarını görmek bütün ileri hareketleri sevinçle karşılayan ve destekleyenler gibi beni de memnun eder.
Dışarıda bütün canlıların iliklerini donduran soğuğun kalemime geçmesinden korka korka ağır bir hareketle kalktım. Yazıhanemin önüne oturdum. Ben evde yokken adıma gelen mektupların konmasına mahsus ufak bir tepsi vardır. Yazıhanenin üzerinde durur. Bazı akşam bu tepside bir iki mektup, tezkere bulunur. Bazen de bir şey bulunmaz.
O akşam baktım, birkaç zarf var. Bunları karıştırdım. İstanbul dışından iki mektup. Dostluk, iyi niyet, iyi dilek ve selamları kapsıyor.
Biri zarf içinde, öteki açık iki kart dö vizit… Önce açığı okudum. Pek sevdiğim bir arkadaşım. Beş defa evime gelmiş. Beni aramış, bulamamış. Kartın üzerine kurşun kalemiyle yazdıkları şu: “Beş defaki ziyaretimin hepsinde de evde bulunmadığına bir türlü inanamıyorum! Buna âdeta kabul etmeme manası veriyorum. Seni bir yerde yakalarsam öfkemi çıkaracağım! Savunmanı ona göre hazırla!” sözleriyle bana çıkışıyor. Vah zavallı dostum! Bu ziyaretlerinizin beşinde de evde bulunmadığıma doğrusu ben de inanamıyorum. Alafrangada olduğu gibi bizim kabul günlerimiz yoktur. Sizin gibi misafirlerin de ziyaret saatleri pek belli değildir, insan evinde bulunup da işleri yüzünden ziyaretçisini kabul edemeyeceğini bildirse bu yolda ileriye sürülen mazeret dostluğun bozulmasına sebep olur, terbiyesizlik sayılır. Onun iyisi sizi gücendirmemek için aldatmaktır.
Her sabah evden bana sorarlar: “Bugün sizi görmeye gelenlere ne denecek?” Eğer meşgulsem, yoktur, denecek parolasını veririm. Bu dostum da galiba hep böyle parola günlerine rastlamış olmalı.
Zarflanmış kartı açtım. Bu da züppe, genç dostlarımın birinden. Beni yarın akşam Beyoğlu’nda bir eve çağırıyor. Orada temiz, güzel bir kız varmış. Aralarında sevda başlangıcı gibi bir şeyler belirmiş. O temiz, namuslu kızı bana göstererek fikrimi soracakmış.
Haydi oradan zevzek, dedim, kartı kâğıt sepetine attım. Baktım, tepside bir zarf daha var. Fil dişinden yontulmuş bir ince safhayı andırır beyaz damarlı, ütülenmiş gibi düzgün bir zarf… Üzerini okudum. Yazıyı tanıyamadım. Hakkımda o kadar işitilmedik lakaplar, o derece tasavvurun üstünde saygı belirten terimler kullanılmış ki bunların binde birine kendimi hak etmiş göremediğimden o kelimeler hep birer acı alay gibi gözüme battı. Canım sıkıldı. Bunu da haydi oradan zevzek sözü ile açmadan elimden fırlatmak istedim. Fakat zarfın bir köşesinde kabartma olarak Fransızca M. N. harfleriyle onların altında bir de “özeldir” işaretini gördüm. Meraka düştüm.
Zarfı açmadan bu insiyallerin işaret edebileceği adları düşünmeye başladım. “Mehmet Nuri”, “Mahmut Necati”, “Münir Nail” ve daha bunlara benzer “M”, “N” harfleriyle başlayan epey ad buldum. Fakat bu adlarda tanıdığım hiçbir kişi aklıma gelmedi.
Zarfın yüzünü çevirdim. Zamkla yapıştırılan kapağın tamam baş açısına girift bir imza atılmış. Epey uğraştım. Bunun “Naki” olduğunu hele okuyabildim.
Naki kim? Sahibini tanımadığım bir ad… Tamamıyla yabancısı olduğum böyle bir kimsenin “özel” kaydıyla bana mektup gönderişi beni biraz şaşırttı.
O şık zarfı örselemeden açmak için bıçakla yavaş yavaş kestim. Mektubu çıkardım. Satırlar tokça bir kalemle yazılmış. M’lerin bacakları çok uzun. V’lerin tekneleri keskin keskin çıkarılmış. Elif’ler, lam’lar cetvelle çekilmiş gibi biraz eğik olarak birbirine paralel. H’lerin gözleri âdeta insana gazapla bakıyor sanılacak birer heybette… Yazının genel biçiminden işlek bir yazı olduğu ve yazanın uzun süre “güzel yazı”1 talim ettiği anlaşılıyor.
Mektubun yazılış biçiminden bence asıl hissedilen önemli nokta o satırların büyük bir helecen ve heyecanın etkisiyle yazılmış olmasıydı. Sanki yazının sahibi öfkelenmiş ve öfkesini harflerin bazılarından çıkarmış. Kalem ateş püskürerek o beyaz kâğıdın üzerinde gezinmiş. Bazı harflerin uçları o kadar keskin çıkarılmış ki onları öyle resmedebilmek için mutlak kalemin bir kasırga hızıyla koşup geçtiğine hükümde insan asla tereddüt etmez.
Bana her kelimesi bir canlı hiddet ve şiddet gibi görünen bu mektup mahalle kahvesinde hâl hatır sorar gibi teklifsizce “Merhaba Hüseyin Rahmi” hitabıyla başlıyordu.
Görünmeyen muhatabıma karşı bir merhaba, daha doğrusu bir “iyi akşamlar” da ben savurdum. Fakat hayret ettim. Zarfın üzerindeki ne rütbe ne kudret bakımından hâlime uygun düşmeyecek o manasız lakaplar, hitaplar nedir? Bu başlangıçtaki kabalık ne oluyor?
Alt tarafı okumaya devam ettim. İşte şöyle idi:
Ne o? Hiddetiniz hayrete mi dönüştü? Zarfın üzerini okurken öfkelendiğinize, şimdi de hayret buyurduğunuza kesinlikle eminim.
Ben kendi kendime, Oooo, oooo… Bu Naki Efendi yahut bey ne tuhaf bir adammış. Zarfı okurken hiddetleneceğime, sonra da şaşırıp kalacağıma peşin peşin kesinlikle nasıl hükmetmiş? Güzel yazı yazma niteliğinden başka biraz da falcılığı var galiba? Fakat dediği gibi olmadı mı? dedim.