Hüseyin Rahmi Gürpınar

Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda)


Скачать книгу

yine hiçbir kadın ağzından bu yolda hakarete uğramamıştım.

      Birdenbire bir mutluluk rüyasından uyanır gibi kendimi toplamaya uğraşarak birkaç adım açıldım. Manalı bakışlarla gelini tepeden tırnağa süzerek:

      “Affedersiniz hanımefendi, kendinizi oyuncaklığına layık görmediğiniz karşınızdaki erkek size eğlence olmaya tenezzül etmeyecektir. Vücudunuz bir kocanın okşamalarına tahammül edemeyecek kadar nazikse bunu önceden düşünüp evlenmekten kaçınmalıydınız.”

      Gelin aynı mağrur tavırla:

      “Beyefendi, siz de bilirsiniz ki evlenme konusunda genellikle kızın fikri sorulmaz. Bunu velileri uygun görür, onlar da zorunlukla kabul ederler.”

      “Demek ki bu gelin odasını şereflendirmeniz zorla oldu?”

      İnce pembe dudaklarını kıvırarak:

      “Gerçeği biraz geç anladınız ama her hâlde zekânızı tebrik ederim.”

      Bu son hakarete karşı artık olanca onurum, bütün erkeklik gururum isyan etti. Bu terbiyesizi daha fazla konuşturmaya lüzum görmeyerek neye uğradığımı bilmez bir hâlde zile bastım.

      İşlemeli başörtüsü, koyu neftî ipekli entarisi ve güleç bir yüzle içeri giren yenge kadına elimle gelini göstererek “Hanımın içine sıkıntı bastı. Biraz hava almak istiyor. Kendisini dışarı çıkarınız. Anneme de söyleyin, buraya gelsin.” dedim.

      Bu söz, beynine birkaç okkalık taş fırlatılmış gibi yenge hanım üzerinde şiddetli bir etki gösterdi. Neşesi derhâl dehşete dönüşerek gözleri büyüdü. Önce ne diyeceğini bilemeyerek birkaç “Aaaaa a a a a!” savurduktan sonra biraz kendini toplayıp:

      “Üstüme iyilik sağlık!.. O nasıl lakırtı öyle? Ötekileri birer ikişer yıl sonra savmıştınız. Bu zavallıyı ilk geceden mi kovuyorsunuz? Ben ne gelini dışarı çıkarırım ne de annenizi çağırırım. Beyefendi, aklını başına topla! Bir kere şu karşındaki kızın yüzüne bak… Kıyamadan bu hakareti zavallıya nasıl ediyorsun? Artık böylesini bir daha bulamazsın. O da ana baba evladı… Elin kızına yazık değil mi? Öyle şey olmaz. Oturun, barışın. Aman Allah’ım, bunun neresini beğenmedin?” dedi.

      Elleriyle yüzünü kapadı. Böylesine şiddetli bir hakarete uğrayacağını galiba beklemeyen gelin hanımın yüzü kırgınlıktan gül pembesi bir renk aldı. Kendisini korumak için yenge kadının söylediği sözleri onuruna karşı aynı hakaret sayarak gelin yerinden azametle kalktı. Bir gurur sembolü olduğunu temsil ettirmeye uğraşır bir aktris gibi pırlantalı başını havaya kaldırarak yüksek bir tavır aldı.

      Bu son hakaret sözlerinin titreşimleri hiç kulaklarımdan gitmez. Yengeye hitap ederek dedi ki:

      “Yenge hanım, yenge hanım!.. Ağzından çıkan sözleri kulakların işitsin! Beyefendi beni değil, ben beyefendiyi beğenmedim. Dışarı çıkmak için ayaklarım senin yardımına muhtaç değildir. Beyin annesini çağırın da dertleşsinler.”

      Yenge hanım, “A a a”ların en büyüklerini asıl işte burada kopardı.

      Ben büyük bir hiddet, yenge kadın anlatılmaz bir hayret içinde iken gelin, tatlı akışlı bir ırmak hâline girmiş saman uğrusu gibi pırıl pırıl, ışık dalgalarını andırır bir salınışla akıp yürüdü. Hareketli adımlarıyla çiğneyip geçtiği o feci gelin odasının kapısı önünde durdu. Başını çevirdi. Muzaffer bir eda ile bana derin, manalı bir bakış fırlattı. Meğer bu bakışla, “Kalbine açtığım sevda yarasını şimdi sen bir iğne deliği kadar bile hissetmiyorsun. Bak onu ben nasıl büyüteceğim. Ne derecede kana bulaşmış bir hâle getireceğim. Onun şifa bulmasını sağlayamayacaksın. Bir iyileşme yolu bulamayacaksın.” demek istermiş. O derin bakışın bu korkunç manasını o zaman değil çok sonra anladım. Gerçekten gönlüme öyle bir kapanmaz, şifa bulmaz yara açtı ki onu her gün bir iğne ile kurcalaya kurcalaya kapanmasını engellemekteki ustalığına şaştım kaldım, işte o yara (kalbini göstererek) işliyor, hâlâ işliyor…

      Macerasını anlatan Naki Bey’in bu noktada rengine bir kızıllık geldiğini görerek “İsterseniz bir limonata takdim edeyim.” dedim.

      “Hayır birader hayır… Başımdan geçenlerin daha limonata içilecek yerlerine gelmedim. Göreceksiniz ki oralarda ‘Aman Allah yanıyorum!’ diye bağıracağım.” cevabını verdi. Sonra hikâyesine devamla:

      Bana o manalı bakışı fırlattıktan sonra gelin öyle bir gösteriş ve büyüklükle oda kapısından çıktı ki yenge kadın bana, ben yenge kadına şaşkın şaşkın bakakaldık.

      Beş on dakika sonra o şaşkınlıktan biraz kendimizi kurtarınca yenge kadın sordu:

      “Beyefendi, şimdi ne yapacağız?”

      “Bu kızı şu saatte bir arabaya koyup babasının evine göndermekten başka bir yapacağımız yoktur.”

      “Hiç aceleyle öyle şey olur mu? Durun bakalım, kızın fikrini, derdini anlayalım.”

      “Artık pek anlaşılmayan bir yönü kaldı mı? İşte hepsini açıkça söyledi. Benden hoşlanmamış.”

      “Ama siz hoşlanılmayacak bir delikanlı mısınız?”

      “Tabiat bu ya… Hoşlanmayabilir. Zorla güzellik olur mu? Belki bir başkasını seviyor. Belki o sevdiği benden çok daha güzeldir. Çünkü buna başka mana veremiyorum.”

      “Sus beyim sus!.. Ah şimdiki kızlar!.. Gideyim annenizi çağırayım da işi bir konuşunuz. Fakat şey… Siz bu kızı sevdiniz mi?”

      “Benden hoşlanmayan bir kızın nesini seveyim? Dünyada kadın kalmasa yine de böylesine tenezzül etmem. Öteki karılarım bundan güzeldi. Sen çok iyi bilirsin.”

      “Bilirim, bilirim… İşte onların ahı çıkıyor zannederim.”

      “Şimdi benim tandırname dinlemeye vaktim yok! Ahı mahı ne olacakmış? Bu gece defederiz, biter gider! Hadi sen annemi gönder.”

      Çağırmaya lüzum kalmadan o sırada annem alı al, moru mor bir hâlde odadan içeriye girdi. Yorgun, bitkin ve bezgin bir hâlde bir kanepenin üzerine yığıldı. Bir süre o bize baktı, biz ona baktık. Nihayet bana hitapla dedi ki:

      “Bu ne demek olacak oğlum böyle? Babanı odasında hafakanlar boğuyor. Kızı dışarıda o hâlde görünce ben de öldüm öldüm, dirildim!”

      “Nasıl hâlde?”

      “Nasıl olacak? İki gözünün yaşı yağmur gibi akıyor!”

      Yenge ile çok şaşırmış bir hâlde birbirimize baktık. Hayretimi bir türlü yenemeyerek sordum ki:

      “O kız ağlıyor mu dışarıda?”

      “Git de marifetini gör! Daha ilk geceden bu hakaretler reva mıdır? Babana, bana acımadınsa bari gelinin duvağına hürmet edeydin. Bunu da öteki bıraktığın kızlar gibi mi sandın? Bu, şöyle böyle bir adamın kızı değil ki… Onlar bizden kibar… Kızlarını dışarı vermiyorlardı. Bin türlü rica minnetle aldık. Elinden uçanla kaçan kurtulmuyor. Türkçe, Fransızca okuma yazma… Nakış, dikiş, biçme, kesme… Piyano, keman, her türlüsü…”

      “Birinci sınıf artist olduğunu zaten görünce anladım.”

      “Halt etmişsin! Niçin olsun arsız? Lakırtı söylerken yarı beline kadar kızarıyor. Gayet irfanca lügatli sözler söylüyor. Bazı lakırtılarını ben bile anlamıyorum…”

      “İşte hep bu hâlleri artistliğinden ileri geliyor.”

      “Niçin inat ediyorsun Naki? Sana arsız değil diyorum.”

      “Anneciğim,