getirmek için yaratılmış birer çiçektiler. Zavallıların manzarasından bıkıldı. Kokusuna doyuldu. Artık beyefendinin gönlünde onların çiçeklenmesini, serpilip gelişmesini sağlayacak sevdadan eser kalmadı. Her yanlarını bir soğukluk bürüdü. Onların güneşleri demek olan beyin sıcaklığından yoksun kalarak karanlık ufuklarda, o felaketli yerde kim bilir ne acıklı saatler geçirdiler.
Gerçekte değil yalnız beyin gönlünde kurumuş oldukları için siz bu saksıları kapıdan dışarı silkiverdiniz. Gelin odasının süsleri içine benim için de sakladığınız son bu değil midir?”
Bedia her cümleyi jestleriyle kayıtlandırarak, sesine bazen hüzünlü, bazen sert, bazen uzun, bazen kısa bir söyleyiş ahengi vererek bu deklamasyon dersini öğrendiği mektebin mucibi öğretimine bizi hayrette bırakıyordu.
Sızlanış hücumları birbirini izleyen dalgalar gibi fikir ufuklarına doğru ulaştıkça yüzü ateş kesiliyor, gözlerinin yaşı kuruyor, fırlattığı alaylı bakışlarıyla artık üzüntü gözyaşlarını kendisini dinleyenlerin gözlerinde arıyordu.
Şu başlangıçtan savunma sonucunun alacağı dehşetli rengi sezerek karşılık vermek için bazı zayıf noktalar yakalamak zihnimden bunların gerekli dağarcıklarını hazırlamak fikrine düştüm. Fakat ne mümkün? O sözlerin en amansız büyüleneni ben oluyordum.
Babam bütün bütün şaşırdı. Bana: “Ne dersin? Neticeyi beklemeden bu kızı susturmalı mı? Çok ileri varıyor!” manasını anlatan bakışlar fırlatıyordu. Ama ben kesin yenilgimizi bilmekle beraber sonuna kadar dinlemek istiyordum. Benim için bu müziğin sözleri müthiş fakat nağmesi çok güzeldi.
Bedia: “Sizin için hatırlanması şimdi gereksiz görünen o iki gelin birer zulüm görmüş geçmiş; fakat benim için birer geleceğin aynasıdır. Bilinen neticeye kadar şu konak içinde acılarla geçireceğim hayatın bütün ayrıntılarını o aynalarda dehşetle seyredebilirim. Arabanın ön tekerleği nereye giderse art tekerleği de oraya gideceği atasözü bildiğiniz şeydir. Bu aynalarda artık siz bir şey görmek istemezsiniz. Onlar sizin için tozlara bürünmüş, unutulmuştur. Fakat müsaade buyurunuz, şu telli duvağımla bu tozları sileyim. O aynaları şimdiye kadar ilgisiz duran gözlerinize karşı tutayım. Hep birden seyredelim.
Birinci gelininiz, oğlunuz beyefendinin derdinden, ona karşı duyduğu sevgi ve özlemden verem olup ölmüştür. Belki bundan haberiniz yoktur. Kovulmuş bir gelinin ölümünü düşünmeye mecbur musunuz? Bu hâl can alıcılara ait bir meseledir.”
(Ben artık hikâyenin limonata içilecek zamanı geldi zannıyla elimi sürahiye uzatarak Naki Bey’in yüzüne baktım. “Arzu buyrulmaz mı efendim?” dedim. Muhatabım bana dalgın dalgın bakarak ve elini sallayarak daha oralara çok vakit olduğunu anlattı. Doğrusu ben dayanamadım. Bir bardak içtim.)
“Bu mutsuz kadının ne biçimde öldüğünü, acıklı ölümünü dilim döndüğü kadar anlatacağım.”
Savunmanın sınırı aşan bu noktasında babam şehadet parmağını ağzına götürerek bu gelin kılığındaki avukata susma işareti verdi.
Bedia acı bir gülümseme ile:
“Aman efendi hazretleri, pek yufka yürekli imişsiniz! Sözlerimin sonunu dinlemek istemiyor, buna da aşırı bir teessür rengi veriyorsunuz. Bu acımalı kalbinize inanayım mı? Bu üzüntünüz ve acımanız ciddi olaydı oğlunuzun terbiyesini düşünür, yine o yola kurban edilmek için bir üçüncü kız buldurup bencil kucağına atıvermezdiniz.”
Babam artık dayanamadı. Bağırarak:
“Gelin misin avukat mısın, nesin?! Sus artık! Gayen, maksadın nedir? Onu söyle… Oğlumun bıraktığı iki kadının biyografilerine varıncaya kadar araştırmış, her şeyi öğrenmişsin de bile bile ona neye vardın?”
Bedia ses tonunu yükselterek mağrurca:
“Affedersiniz efendi hazretleri, maksat karşılıklı konuşma ise azarlamaya hakkınız yoktur. Gerçeği anlatmak gücünde olan her konuşmacı avukat mı sayılır? Ben size adalet kanunlarının gizli inceliklerinden söz etmiyorum. Hukukun bu belirttiğim sade yönlerini herkes bilir. Bundan söz edenlere toptan avukat denmek gerekseydi dünyada her ferdin o unvana nisbeti icap ederdi. Bu iş benim hayatımın felaketine taalluk ediyor. Sizin için bir kızı kapı dışarı atıvermek yeter. Her sorumluluğu da onunla beraber üzerinizden atmış oluyorsunuz. Benim için durum öyle değildir. Sözlerimi sonuna kadar dinlemek zorundasınız.
Söz, gerçeği bile bile oğlunuza niçin varmış olduğum meselesine gelince, bunda da açıklanmasına ihtiyaç gösteren önemli bir iki nokta vardır.
Babam benim eğitim ve öğrenimime çok özen gösterdi. Fikirlerimin aydınlanmasına uğraştı. Fakat bundaki maksadı, özel fikri ne idi? Ne olacak? Falan efendinin kızı ne güzel okuyup yazıyor. Ne mükemmel söz söylüyor desinlerden başka bir maksadı yoktu. Bana düşünme gücü verecek şeyler öğretirdi. Fakat düşündüklerimi hayatta uygulamamak kararıyla…
Ben her şeyi bileyim. Ama yine onların baskısı altında kalıp yargıları dışına çıkmayayım, işte bu iddiamın en korkunç bir misali oğlunuzla evlenmem konusunda görüldü. Ben bu evliliğe razı değilim. İsteyip istemediğimi dikkate almadılar. Bunu gerekli bulmadılar. Beni zorla buraya gönderdiler. Onlar nasıl inatlarında direndilerse ben de öyle maksadımı elde etmeye, yani geldiğim gece buradan kendimi kovdurmaya yemin ettim.
Bu işte namusa, şerefe dokunur bir şey yoktur. Ben ne size gelinlik ne de oğlunuza karılık edebilirim. Beni bu gece evime gönderiniz. Yalnız baba isteğiyle yapılan düğün böyle olur. İşte bu olay babama da size de bir ders olsun…”
Babam öfkesinden morardı. Fakat öfkesini yenmeye uğraşarak sordu ki:
“İsteğiniz bundan ibaret mi?”
“Evet efendim.”
“Öyleyse şimdi sizi dadınızla, halayığınızla, matmazelinizle bir arabaya koyup babanızın konağına götürsünler. Yarın da eşyanızı göndeririz. Fakat bu davranışınızın size karşı ne kötü zanlara ve ne dedikodulara yol açacağını da düşününüz. Artık sizin için yeniden kocaya varmak bitmiş demektir.”
“Beğenmeyen oğluna almasın! Zaten ben bakir kalmak fikrindeyim.”
Babam: “Susunuz, yetişir!”
Bedia’yı o gece kendi konaklarından öteki üç kadınla birlikte bir arabaya koyup babasının konağına galdır gıldır gönderdiler.
Ailemiz fertlerinin hepsine olağanüstü bir şaşkınlık geldi. Henüz hepimizin kulaklarında yankısı kaybolmayan o sözlerin bir kızın ağzından nasıl çıkabildiğine bir türlü inanamıyorduk.
O gece gelin odasında tek başıma kaldım. Yaldızlı sütunlar arasında kuşu uçmuş yuva gibi boş duran çiçeklerle süslü gelin kanepesine baktım. Bu gördüğüm acayip rüya ne idi? Bir kızdan böylesine atılganlık umulur mu? Bedia’yı bu biçimde harekete zorlayan gerçek sebep acaba nedir? Gerçekten ilk karılarımın hatıralarından ürkerek mi bu kurtuluş yolunu göze aldı?
Başımı ellerimin arasına aldım, uzun bir düşünceye daldım. Kızın her sözünün kulağımdaki yankısını arayarak, her hâlini, bütün jestlerini hayalimde, gözlerimin önünde yeniden canlandırmaya uğraşarak beni istediğim gerçeğe ulaştıracak bir ipucu arıyordum.
Ara sıra süzük bakışları ne kadar manalıydı. Fakat bu konuşur gibi canlı bakışlardan ben niçin bir mana çıkaramıyorum? Gelin odasından çıkarken fırlattığı bakışları âdeta hem kaçıyor hem davul çalıyor gibiydi.
Yok, yok… Onlar sadece öfkeli bakışlardı. Onlarda bana karşı bir