Hüseyin Rahmi Gürpınar

Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda)


Скачать книгу

iyi bil… Bundan sonra karı diye damlara çıksan büyük sözüme tövbe, senin için görücü gezmem. İşte bu evlenmen son evlenmendir. Artık el kızlarının başlarını ateşte yakamam. Allah’tan korkarım. Şimdi bir arabaya koyup gönderin sözleriyle bört bört böbürlenme öyle… O da senin başına kusmadı ya… Zaten kız yalvarsan durmuyor. ‘Bir araba getirin, babamın evine gideceğim. Bu gece beni burada alıkoyarsanız kendimi kuyuya atarım!’ diyor.”

      “İşte iyi ya… Mademki o da öyle arzu ediyormuş, kendini kuyuya atmasına meydan vermemek için gönderin gitsin.”

      “Naki, doğru söyle, kıza ne yaptın? Az buz hakaret görmekle duvağı başında bir gelin bu sözü söylemez.”

      “Hiçbir şey yapmadım.”

      “Hiçbir şey yapmadan bu rezalet çıkmaz. Hele hele doğru söyle.”

      “Anneciğim, siz şimdi onu gönderin. İşi sonra size anlatırım. Eğer beni haksız bulursanız vereceğiniz cezaya razıyım.”

      Annem hiddetle gözlerini açarak şimdiye kadar kendisinden hiç görmediğim bir şiddetle:

      “Halt etmişsin hayırsız! Ben öyle ilk geceden babasının evine kız göndermem. Hep senin sözün değil, bu defa benim sözüm olacak. Bu işi nasıl berbat ettinse gel yine kendin öyle temizle… Kız bizim sözümüzü dinlemiyor. Gel, yalvar yakar, ne yaparsan yap, bu gece kendisini alıkoy. Yarın ben âlemin, özellikle kız anasının yüzüne nasıl bakacağım? İşte ayak diriyorum, mutlak bu iş böyle benim dediğim gibi olacak. İnadından dönmezsen şimdi buraya baban da gelecek. Ona ne cevap vereceksin? Zavallı adamın yüreğine mi indireceksin? Baban bu emri verdi. Beni sana gönderdi. Bize itaat etmezsen ananı babanı yok bil. Başka lam cim yok! Bu akşam mutlak bizim sözümüz olacak… Mutlak, mutlak… İnatçı kafan işitiyor mu?”

      Ümitsizce, öfke ile yerimden fırlayarak:

      “Bu emriniz bence yerine getirilemez! İhtimali yok… Sözünüzde ısrar ederseniz siz de beni yok biliniz… Kıza o kadar acıyorsanız bari ben kendimi kuyuya atayım da mesele kapansın! Başka sevdiği bulunan bir kızı ben karılığa kabul edemem. Böyle önemli bir meselede ana baba ısrarı para etmez…”

      Bu son sözlerime karşı annemin ağzı açık kaldı. Şüpheli bir bakışla beni süzerek:

      “Allah’tan kork hayâsız… Tek sözüm olsun diye elin bakir kızına iftira etmeye utanmıyor musun?”

      “İftira etmiyorum. Yanınızda söyleyeyim. Hep işitiniz. Benden hoşlanmadığını açıkça söylüyor. İşte burada yenge hanım da işitti.”

      “Bir kız Çingene çadırından gelse ilk gecede yine bu sözü söylemez. Yenge hanımı tanık tutma, inanmam… Şu odadaki kanepeler, sandalyeler, bütün eşya dile gelip tanıklık etse yine inanmam. Kızın mensup olduğu ailenin soyluğunu, namusunu, terbiyesini bilmiyor musun? Hiç onların kızından öyle şey umulur mu?”

      “Efendim, Halep orada ise arşın burada… Şimdi babam, sen, bütün ailemiz fertleri kızın yanına gideriz. Hepinizin önünde ben kendisinden sorarım. Vereceği cevabı hep işitirsiniz. Ondan sonra vereceğiniz hükme razıyım. Bu ayıbıyla kızı kabul et derseniz ederim. Artık buna bir diyeceğiniz kaldı mı?”

      Bu teklifim kabul edildi. Büyük salonda babam, annem, bütün akrabamızdan olan kimselerle bir divan kuruldu.

      Ortaya biri davacı, öteki dava edilen için iki sandalye kondu. Tanınmış, kibar aile düğünlerinde gerdek gecesi kızın annesi ve akrabalarından olan kimselerin güvey evinde kalması âdet olmadığından o gece orada gelin hanım tarafından ihtiyar bir dadı kalfa ile bir çeyiz halayığı, bir de hanımın tuvaletçisi sıfatıyla bulunan bir matmazelden başka kimse yoktu.

      Salonda bulunan bütün lambalarla beraber tavanın ortasındaki büyük avizeyi de yakmışlardı.

      Gittim. Ortada hazırlanan sandalyelerden birine oturdum. Gelini getirtmek için haber gönderildi. Nazlanmadan geldi. Deminden bir Samanyolu gibi pırıltılar saçarak önümden akıp giden o gelin bu defa çok parlak, ışıklı bir ateş parçasına bürünmüş, bir güneş görüntüsü ile kapıdan göründü.

      Duvağını sol tarafına atmış, elinde ipek dantel mendil, avizeden dökülen ışık yağmuruna karşı her hareketiyle bin pırıltı saçarak yürüdü. O göz kamaştıran salınarak edalı yürüyüşü hepimizi âdeta büyüledi. Olağanüstü güzelliğine ben değil oradaki bütün kadınlar bile hayran oldu.

      Ağır ağır, salına salına geldi, yanımda oturacağı sandalyenin önünde biraz durdu. Ne kadar nazik bir tarzda olduğunu anlatmaktan âciz kaldığım saygılı bir temenna ile salonda hazır bulunanları selamladı. Yerine oturdu. Yemin ederim ki böyle bir selamı, Fransızların varlığı ile iftihar ettikleri yüksek sahne sanatçısı Sara Bernar bile veremezdi.

      Bu mahkemenin başkanlığını üzerine alan babam bana hitap ederek:

      “Oğlum. Hanım kızımız aleyhinde bazı iftiralara cüretle bu gece kendisini gelin odasından kovmuş olduğunuz, görünüşte ve annenizin ifadesiyle sabit oluyor. Sen nasıl oğlumsan, o da kızımdır. Gerçeğin ispat edilmesi için bu gece ikinizi de söyleteceğim. Önce sen macerayı hikâye et bakalım. Sonra da hanım kızımı dinlerim.”

      Ben: “Efendim, sözlerimde zerre kadar iftira yok. Mesele de karışık değil, çok açıktır. Birkaç cümle ile gerçeği anlatabilirim. Yanımdaki nikâhlım, bu evlenmeyi kendi isteğiyle değil, babasının zorlamasıyla çaresiz kabul etmiş. Benden de hoşlanmamış. Birinci zorlamaya bir ikinci zorlama eklemedense kendilerini babalarının evine geri yollamak elbette hayırlı olur zanneder, babalık lütuf ve merhametinizden bunu rica ederim. Böyle yüz yüze iftira alçaklığını kabul edecek yaratılışta değilim. Kendilerinden sorunuz, cevap versinler.”

      Bu sözlerim üzerine salonda “Allah esirgesin, bu nasıl şey?” gibilerden bir fısıltıdır başladı.

      Gelin hıçkırıklarını engellemek için dantel mendilini gözlerine götürdü. Bu gözyaşları bir tür suçunu itiraf etmesi demekti.

      Babam, gelinin gözyaşlarının dinmesini, sükûnet bulmasını bir süre bekledi. Nihayet “Bu iddiaya karşı cevabınız nedir?” sorusunu sordu.

      Karım mendili yüzünden çekti. Zayıf bir sesle söze başladı. Fakat rica ederim, savunmasına cankulağıyla dikkat buyurunuz. Tıpatıp hatırımdadır. Bilmem ki bu sözleri hangi avukat mektebinde öğrenmiş? Savunmaya işte şöyle girişti:

      “Yüksek huzurunuzda ağlamak küstahlığında bulunduğum için önce beni affetmek büyüklüğünü göstermenizi diler, eğer bu bir kabahatse onu şu gözyaşlarımın masumluğuna bağışlamanızı rica ederim.”

      Şu başlangıç, babamın dikkatini çekip gözlerini fal taşı gibi açtı. Çünkü o ömründe bir kadın ağzından böyle kurallara uygun bir giriş yaparak düzgün bir konuşma işitmemişti. Hatta ben de…

      Bedia sözlerine devamla:

      “Yüksek sorunuza gereken cevabı verebilmek için biraz daha önceki duruma göz atmak zorunda bulunuyorum. Zannederim ki bu konuda benden müsaadenizi esirgemezsiniz.”

      Salondaki kadınlar: “Ne diyor? Ne diyor? Anlayabiliyor musunuz?” sorularıyla birbirlerinden meseleyi anlama fısıltısına giriştiler.

      Bedia: “Bir kızın en önemli hayat olaylarından olan şu gerdek gecemde kocam beyefendiyle yüz yüze böyle suçlu sandalyesine benzer bir yere oturtulmuş olmam, şu zayıf sesimle kulaklarınıza ulaştırmaya çalışacağım savunmamın büyük önemini ihtar ile beni titretiyor. Bunun için sözlerimin bu büyük öneme uygun bir anlayış görmesi gereğini belirtmeyi fazla buluyorum.

      Oğlunuz