Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

sinirlerde yapacağı aşıntıyı, gönlüne doldurduğu doygunluğu, bıkkınlığı biliyor musun?”

      “Evet bunu inkâr edemem. Lakin bu sonuç göz önüne getirilince kimsenin evlenmemesi gerekir.”

      Semih Atıf Bey yerinden kalkıp tuhaf bir yüz buruşturmasıyla cevap vererek: “Evet… Öyle ya… Hayhay!”

      “Ya siz niçin evlendiniz?”

      “Evlenmenin ne olduğunu bilmediğim için… Bu tuzağa tutulanlar hep bilgisizliklerinin kurbanı oluyorlar. Şu saatte yüzde doksan dokuzunun pişman olduğuna hiç şüphem yoktur.”

      “Oh, çok tuhaf nazariye. Zaten şu zamanda düzen ve ahlak bağları bozulmuş olan bu dünyadan evlenme usulünü de kaldırırsak âlem ne hâle gelir?”

      “Önce sen bana evlenme ile âlemin iyi bir durumda bulunduğunu ispat et… Ötesini sonra konuşalım…”

      “Evlenme geleneğini kaldırdıktan sonra onun yerine neyi getirip koyacaksınız? İnsanlığın tastamam mutluluğunu sağlayacak daha sakıncasız ne usul bulabileceksiniz?”

      “Onu düşünmek benim vazifem değil… Bu meseleyi incelemek ve çözmek için uğraşan büyük kafalar da hâlâ bunun bir ucunu, kulpunu bulamadılar. Türlü türlü evlenme ve boşanma biçimleri tasarladılar, uyguladılar; uyduramadılar. Uyduramıyorlar. Uyduramayacaklar… Bu kanunlara, bu şer’lere,9 bu felsefe ve öğütlere karşı herkes gönlünün töresine gidiyor vesselam. Karını seviyor musun? Ona göre bir evlenme felsefesi yürütürsün. Sevmiyor musun? O zaman meselenin karşıtını savunur ve benimsersin.”

      “E, sonra ne olacak?”

      “Bilir miyim ben?”

      Nesip İhsan cıgarasını çeke çeke söze karışarak: “Her şeyde tabiat üstün geliyor. Galiba bu meselede de en sonunda öyle olacak…”

      Malik Tayyar: “Ne demek o?”

      Nesip İhsan: “İnsanlığın mayasında usançlık ve hercailik var. Her erkek fırsat düştükçe çeşni değiştirmeye can atar. Sen de öylesin, ben de öyleyim, öteki de öyledir. Buna aykırı sözler ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. İnsanlar her zaman ikiyüzlülüğü gerçekten üstün tutarlar. Eğri davranışlarda bulunarak doğru sonuçlar beklerler… Her fert kendi nefsini aldatmakla bütün insanlar birbirini aldatmakla hiçbir iş yoluna girmez. Doğruyu söyle, dokuz köyden kovul… Böyle koskoca, önemli meselelere var güçleriyle en kestirme doğru kapıdan saldıramazlar. Birtakım sakıncalar önünde titreyerek tehlikesiz sandıkları köşe bucakta dolaşırlar… Çünkü sen benim ne kadar teklifsiz arkadaşım, canım ciğerim olursan ol, ben sana içimdeki kötü eğilimlerimi apaçık, dosdoğru söyleyemem. Çünkü aynı çirkin şeyler senin içinde de bulunduğu hâlde bu itirafımdan dolayı hemen sen beni lanetlersin… Dünya kurulalıdan beri insanlar arasında bu komedya böyle gelmiştir, böyle gider… Ben seni aldatmalıyım. Sen beni aldatmalısın… Beni aldatmaya uğraşırken bana aldandığını sezersen ifrit olursun. İşte karılık kocalık bu yürekler acısı komedinin en iç sızlatıcı bir bölümüdür… Eşlikleri ancak aldanıp aldatmakla sürebilen ne karı kocalar vardır! Hele bazıları gerçeği bilseler çıldırırlar. Pek çok şeylerde gerçeği bilmemeli, gözü bağlı gitmeliyiz. Mutluluk bir kuruntudur. Bunu saptamak için aydınlatmaya uğraştığımız dakikada, bu devlet kuşunu uçurup mutlu olmadığımızı anlarız. Mutluluk bir sanıdır azizim. Bunu hiç kurcalamaya gelmez. Onu görünürde hak etmiş olanlar bu sanı içinde yaşamayı bilenlerdir…”

      Malik Tayyar: “Çetin mesele… Bu sözlerinizin ucunun nereye çıkacağını aklım bir türlü kestiremiyor… Karı koca birbirinden şüphelendikleri vakit, mutluluğumuz bozulmasın diye, rastgele önlerine çıkan apaçıklıklara göz mü yumsunlar? Karılarından bıkmış kocaların ve keza kocalarından usanmış karıların bu yolda kendilerine uyar felsefeleri vardır. Kıskanılmak istemezler. Evli oldukları hâlde gönül özgürlüklerini korumaya uğraşırlar…”

      Semih Atıf Bey, alaycı bir dikkatle bu felsefeyi dinleyen Saim İzzet’e dönerek: “Haydi oğlum, sen bu ilanı götür, gazetelere ver. Bizim tartışmamıza bakma. Türk işi böyle. En sade şeylerde üçümüzün düşüncesi birbirine uymaz… Bu hâl ya çok bilmeden ya da hiçbir şey bilmemeden ileri gelir…”

      Saim İzzet, bir emir çavuşu gibi temenna ile dışarı çıktıktan sonra idarehane sahibi sözüne devam etti:

      “Siz, hasta, kıskanç, sinirli bir eşle yaşadınız mı? Bu işkenceyi çekmemiş olanlar bu konuda ağız açmaya yetkili değildirler.”

      Nesip İhsan, serçe parmağının ucuyla cigarasının külünü silkerek: “Böyle kadına acımalıdır.”

      Semih Atıf: “Ben acıya acıya zakkuma döndüm. Ne yapsan memnun edemezsin. Şimdi kadınların topuna birden lanet ediyorum. Kıskanç kadınlar, haydi böyle diyelim, mağdur hanımlar da kocalarından çok kendi cinslerine gücenmelidirler. Çünkü kocaları baştan çıkaranlar yine kendileri gibi Havva kızıdır. Erkeğin şeytanı kadındır. Buna şüpheniz var mı?”

      Bu sırada dışarıdan tık tık kapı vuruldu.

      Semih Atıf Bey: “Giriniz…”

      Kapı aralandı. İhtiyar Mansur Efendi’nin gözlüklü kuru yüzü görüldü:

      “Efendim, hizmetçi kadınla çocuklar geldi…”

      Semih Bey bu haberden hoşlanmadı. Vereceği cevabı düşünürken onun müsaadesini beklemeden kapı itildi. Önde iki çocuk, arkada hizmetçi gürültü ile içeri daldılar… Böyle terbiyesizce dalga gibi girişten Semih Bey’in çehresi bulandı. Lakin kalkışacağı azarın boşa gideceğini biliyordu. Bir söylese münasebetsiz sekiz cevap işitecek, misafirlerinin yanında yüzü büsbütün yere düşecekti.”

      Mihriban’la Turgut hemen babalarının iki bacağı arasına koştular. Ona daha iyi sarılmak için birbirini itiyorlardı. Semih Atıf Bey, ikisini de alargada tutmaya uğraşarak: “Nedir o? Eliniz bulaşık… Üstüme sürmeyin, ne yediniz?”

      Oğlan cevap verdi:

      “Çikolata, kuru üzüm, kavrulmuş fındık, pasta, kurabiye, fondan…”

      Turgut, bu sabah çerez listesinin geriye kalanını düşünürken Mihriban, kardeşinin unuttuklarını tamamlayarak yardıma yetişti:

      “Koz helvası, badem ezmesi…”

      Sabırlı görünmeyi istemekle birlikte Semih Atıf Bey’in kaşları çatılarak: “Kâmile Hanım, çocukların midelerini süprüntü küfesine döndürmüşsünüz. Kalkar kalkmaz bunlara bu kadar abur cubur yedirilir mi?”

      Kâmile Hanım: “Allah ömürler versin efendim, fukara çocuğu değil ya bunlar… Siz kazanıyorsunuz, elbette evlatlarınız yiyecek… Kimin için çalışıyorsunuz?”

      Mahalle karılığından gelme bu hizmetçi Kâmile’nin mantığına itirazdan çıkacak felaketi bilen Semih Bey, dudaklarını ısırarak düşünürken Mihriban babasının öfkesini yenmek için ona bir nane şekeri uzatarak: “Al beybaba ye. Mideye iyiymiş… Kalbe ferahlık verirmiş. Annem söyledi…”

      Semih Bey, kendisine sunulan bu nesneyi tiksinti ile geri çevirdi. Fakat Turgut, kız kardeşinin küçük bir küskünlük anından yararlanarak hemen şekeri kaptı, ağzına attı… Kız, sulu sepken ağlamaya başladı.

      Semih Bey’in artık dayanma gücü bitmişti:

      “Kâmile Hanım, al bunları. Çıkınız dışarıya; beyefendilerle önemli bir iş için konuşacağız.”

      Kâmile, kolay kolay