Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

aşağı kalmaması gerekir, sanırım…”

      Semih Bey, bu karıyı kalkıp hemen orada tepelemek için yüreğinden kaynayan isteğe uyamadığından dolayı morararak: “Haydi… Haydi gidiniz. Ben yapacağımı bilirim…”

      Karı, anlamlı bir bakışla beyi ve misafirlerini süze süze çocukları ellerinden çekerek dışarı çıktı.

      Semih Atıf Bey, büyük bir soluk boşalttıktan sonra:

      “Beyefendiler, bir ayda kaç doktor, kaç eczane değiştirildi biliyor musunuz? Gidip Lokman’ı mezarından kaldırsak boşunadır. Bizim hanım iyi olmaz… Çünkü hastalık onun eğlencesidir. Müstebit, densiz bir kadındır. Hastalık bahanesiyle etrafı kasar kavurur… Bizim dinimizde, şeriatımızda boşamak vardır. Fakat ben bu canlı belayı bırakamam. Ona türlü bağlarla bağlıyım. Kimi kez şeriatın müsaade ettiğine başka engeller izin vermez. İşte ölünceye kadar birbirimizin işkencesi içinde yaşayacağız.”

      İki misafir, idarehane sahibinin aile felaketinden üzülmüş görünerek dalgın, düşünceli dinliyorlardı.

      Semih Atıf devam etti:

      “Hizmetçi diye şimdi buraya gelen mahalle karısını gördünüz. Ben ona karışamam, o bana karışır. İşte ben bu Tanrı belasını evimden kovamam. Çünkü koruyucusu bizim hanımdır. Kendisi böyle hizmetçi ister. O sıfata müstahaklarla geçinemez… Bu karı, eşimin eli, ayağı, casusu, hafiyesi, akıl hocası, her şeyidir. Terbiyeli kadınların, değerli mürebbiyelerin hiçbiri bizim evde üç günden fazla yaşamaz… Kaç tane, kaç tane değiştirdik! Sonunda, böyle mükemmel terbiyelileriyle kaynaşamayacağını anladım, umudu kestim. Her şeyi yüzüstü bırakarak tabiatına terk ettim. İşte çocuklar, şimdi gördüğünüz gibi arsız, terbiyesiz oldular…”

      Malik Tayyar Bey, arkadaşını biraz avundurmak için:

      “Kardeşim üzülme… Her Türk evi bir parça sizinkine benzer. Hepimiz de aile derdinin bir türlüsünü çekiyoruz…”

      Nesip İhsan: Canım siz de her kusuru aileye, kadınlara yükletmeyiniz… Semih Atıf Bey yabancımız değildir. Affına güvenerek biraz serbestçe söyleyeceğim… Onun eşi bu hastalıklara, sinir illetlerine, meraklara, densizliklere beyini kıskanmak yüzünden uğradı… ‘Her Türk evi böyledir!’ yargısını da kabul etmem. Avrupalı olsun, dünyanın hangi kıtasından olursa olsun her aile böyledir, deyiniz. Medeniyet, henüz insanların hayvanlıklarından çok şeyleri değiştirememiş, yalnız üzerlerine sahte bir yıldız tabakası çekmiştir. Bütün ailelerin için için işleyen derin faciaları vardır. Bazı hane halklarının terbiyeleri derecesine göre bunlar örtülü kalır… Medeniyetin yapabileceği işte bundan ibarettir.”

      Malik Tayyar: “Bu sözlerini tasdik ederim… Semih Atıf Bey’i bu konuda avundurabilmek için bizim bu dertlerden büsbütün kurtulmuş olmamız gerekir. Oysa biz bir defa başımıza gelenleri anlatmaya başlasak…”

      Nesip İhsan: “Aman sus… Biz bugün buraya dert dinlemeye değil, bir eğlence aramaya geldik…”

      Semih Atıf: “Evet… Evet bırakınız aile dırıltılarını… Gazetelere gönderdiğimiz ilanların bakalım ne etkisi olacak? Oltalara güzel, çirkin kaç hanım kız tutulacak?”

      Malik Tayyar: “Bakınız size önceden söyleyeyim… En güzeli benim…”

      Semih Atıf: “Bu ticarethane benim adımı taşıyor. Onun için gelecek canlı malların sahibi benim… Beğenmediklerimi küçük bir ticaretle size bırakabilirim… Beğendiklerim üzerime kalır…”

      Hep gülüştüler. Misafirler saatlerine baktıktan sonra: “İlanın sonucunu anlamak için yarın, öbür gün biz yine buradayız. Bakalım ne eğlenceler çıkacak.”

      5

      Gazetelere verilen ilanların üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemişti. Ertesi günü Mansur Efendi yazıhaneyi açmaya geldiği zaman, sabahleyin erkenden kapının önünde kara kuru uzun boylu bir kadın buldu.

      Dalgın ihtiyar, beyefendinin çapkınlığını unutmuştu. Kadından sordu:

      “Hanım, ne istiyorsunuz?”

      “Burası Koza Hanı değil mi?”

      “Evet…”

      “14 numaralı kapının önünde bulunuyoruz?”

      “Evet, lakin ne bekliyorsunuz?”

      “Gazetelerde ilanınızı okudum geldim.”

      Mansur Efendi, şimdi birden meseleyi kavrayarak kadının yaşlılığından çok, yoksulluk sıkıntısından yıpranmış; hafif düzgünle10 onarılmasına uğraşılmış zayıf yüzüne; bütün bereleri, pürüzleri ütü ile yapıştırılmış soluk pelerinine dikkatle baktıktan sonra içinden kendi kendine: Vah zavallı, boşuna gelmişsin. Bizim beyefendi kadın arıyor ama beklediği sen değilsin, dedi.

      Kadın, bu anlamlı bakışın uyandırdığı şüphe altında biraz sıkılarak: “Yanılıyor muyum? İlan veren siz değil misiniz?”

      “İlanı biz verdik. Yanılmıyorsunuz. Lakin biraz acele etmişsiniz… Beyefendi gelinceye kadar bekleyeceksiniz.”

      “Kaçta gelirler?”

      “Belli olmaz…”

      “İlanda saat belirtilmemiş de akşamın şerrinden sabahın hayrını üstün saydım, erken geldim.”

      “Başka işleriniz varsa görüp de daha sonra gelseniz iyi edersiniz…”

      “Başka işim yok. Sizi rahatsız etmem… Bana lütfen bir iskemle veriniz, dışarıda beklerim…”

      Mansur Efendi anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdi. Odabaşı her yeri süpürmüş fakat henüz sandalyeleri, ufak tefek eşyayı yerli yerine koymamıştı.

      İhtiyar memur odasına yürüdü. Oturacağı yeri düzeltti. Dünden yarım kalmış bir işin incelenmesine koyuldu. Dışarıdaki kadını unuttu. Lakin on beş yirmi dakika sonra kadın yavaş yavaş giriş bölümünden geçip Mansur Efendi’nin kapısından başını uzatarak: “Cüretimi affedersiniz efendi. Başıma çok şey geldi de işimi sağlam tutmak isterim. Yine geçenlerde böyle ilanla çağrılan bir yere geç gittim de orasını düğün evi gibi dolmuş bularak fırsatı kaçırdım.”

      İhtiyar adam, herhâlde otuzunu geçkin görünen bu yoksulluk sıkıntılarıyla ezilmiş yüze bir daha dikkat ederek: “Hanım, isterse bin kişi gelsin. Kısmet kimin ise o kabul olunur…”

      “Öyle demeyiniz efendi. Şimdiki zamanda kimse işini kısmete bırakmıyor. O ilanları, şarlatanlıkları, propagandaları, didişmeleri, itişmeleri görmüyor musunuz? Bakınız erken geldiğim fena mı oldu? Sizi yalnız buldum. Kimliğimi, iktidarımı, çabalarımı, çalışmalarımı size bir parça anlatayım. Gerçeği öğrendikten sonra, buraya yüz kadın müracaat etmiş olsa içlerinden beni tercih edersiniz…”

      Mansur Efendi’nin kılları uzamış kırçıl kaşları çatıldı:

      “Yok hanım, affedersiniz. Dinlemeye vaktim yoktur. Sabahleyin buraya erken gelişim çok acele bir işim olduğu içindir…”

      Kadın hemen koltuğunun altından ruganları dökülmüş, yıpranmış küçük bir serviyet11 çıkararak: “Dinlemeye vaktiniz yoksa bir boş zamanınızda gözden geçirirsiniz. Feci hayatımla ilgili evrak, diplomalarım, tasdiknamelerim, takdirnamelerim, tahsinnamelerim hep buradadır. Yazarlığım var, öğretmenliğim var, muhabirliğim var, muhasipliğim var…”

      “Pek