Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

sonra: “Koza Hanı’nda 14 numara… İşte burası… (İlk gelene bakarak) İşte bizden önce bir kadın gelmiş bekliyor…”

      Serviyetli hanım, tuvalet araçlarını hemen yine çıkardığı yere tıktıktan sonra, bu sözleri hiç işitmemiş gibi gayet asık bir suratla gözlerini önüne dikti.

      Yeni gelenlerden biri:

      “Hanım, kime müracaat edeceğiz?”

      İlk gelen:

      “Ne bileyim ben?”

      “A niye bilmeyeceksin? Bizden önce gelmişsin.”

      “Önce geldiğime kabahat mi ettim?”

      “A ne nobran kadın! Senden adam gibi lakırtı soruyorlar. Niye ters cevap veriyorsun?”

      “Bunun tersi yüzü var mı hanım? Ben de sizin gibi buranın yabancısıyım… Ne bileyim?”

      “O altındaki iskemleyi nereden buldun?”

      “Böyle bir suale ne senin hakkın vardır, cevap vermeye ne de benim mecburiyetim!”

      “Haydi öyle olsun lanet karı…”

      “Kararsın ömrün, günün inşallah…”

      “Sen buraya Sulukule’den mi geldin?”

      “O, sizin ailenizin yurdu…”

      “Bak ben pamuklar gibi bembeyaz bir kadınım… Senin Çingene olduğunu her şeyden önce rengin, cildin söylüyor. Biz buraya girdiğimiz vakit, elinde küçük bir ayna ile şebek gibi boyanıyordun. Patlıcanı ne kadar badana etsen esmerliği kapanmaz…”

      Üçüncü kadın: “A bizim buraya geldiğimizi kıskandı.”

      Birinci kadın: “Ben buraya sizin gibi beyazlığımı, pamukluğumu teşhire gelmedim. Bu 14 numaralı daireden metreslik kadın aramıyorlar. İş gördürecek, kalemi, bilgisi kuvvetli, tecrübeli, terbiyeli bir kâtip hanım istiyorlar.”

      Üçüncü kadın: “A zavallı, bu saydıklarının hiçbiri sende yok. Terbiyeni gösterdin. Hiç şüphesiz kalemin, bilgin de bu kıratta olacak…”

      Birinci kadın, yırtık serviyetini göstererek: “En tanınmış imzalarla bezenmiş, tasdik edilmiş belgelerim, bilgim ve kültürüm işte buradadır. Ben buraya düzgünüme, allığıma güvenerek fingirdemeye gelmedim. Hepimizi içeride imtihana çektikleri vakit görürsünüz…”

      İkinci kadın: “A bizi burada imtihan mı edecekler?”

      Birinci: “Ya ne sandınız? Hukuktan diplomanız var mı? Daktilo bilir misiniz? Burada paravanın arkasından öpücük verecek yaratıkları aramıyorlar… İş görecek kadın istiyorlar…”

      İkinci: “Ağzını topla… Biz buraya namuslu bir iş bulmaya geldik. Bu sayıp döktüğün üstün niteliklerin sende bulunduğuna inanacak kadar saf değiliz. Kişinin aslı sözünden bellidir…”

      Üçüncü: “Vah zavallı! İddian derecesinde ‘liyakatli’ bir kadın olsaydın, buraya davet için gazetelere verilen ilanı dikkatle okurdun. İlanın başında: ‘Genç bir kâtip hanım aranıyor.’ cümlesi göze çarpıyor. Sen otuz beşini geçkin, kart bir karısın… Övündüğün binbir türlü üstün niteliklerinle birlikte böyle sade bir şeye dikkat edecek kadar uyanık olmamışsın… Daha sonra ilanda ‘Vazife ağır değildir, aylık dolgundur.’ deniliyor… Ne daktilodan söz açılmış ne de hukuk diplomasından… Kadınlar için bir hukuk okulu bilmiyoruz. Sen diplomanı nereden aldın?”

      Serviyetli esmer kadın, her şeyden çok, kartlık kondurulmasına köpürdü. Şimdi iki tarafın ses perdeleri yükseldi. Hitaplar daha nezaketsizlendi. Kelimeler büsbütün sertleşti, kabalaştı. Birbirinden az ara ile iki genç kadın daha geldi. Bu üç kadın arasında parlayan ağız dalaşının içyüzünü pek kavramadan bir köşeye çekildiler. Öyle şaşakalmış dinliyorlardı.

      Ufaktan başlayan dırıltı, bir mahalle kavgası şeklinde kabararak girişi doldurup etrafa taşmaya yüz tutunca Mansur Efendi bir eli gözlüğünde, öteki dudaklarında, oraya birikmiş beş kadına sus işareti vererek: “Susalım hanımlar, burası Şehzadebaşı Tiyatrosu değil, hamam hiç değil… Siz buraya ehliyetinizi ispat için çağrıldınız. Siz maharetinizi ters yolda gösteriyorsunuz. Kavgada sesi en yüksek perdeye çıkanın alınacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz…”

      Son gelen iki kadından biri:

      “Efendi, affedersiniz. Biz şimdi geldik. Daha ağız açmak kısmet olmadı. Bu hanımların arasında kavgayı alevlenmiş bulduk. Bu hırıltının sebebi nedir? Daha onu bile anlayamadık…”

      Mansur Efendi: “Sebebi ne olacak… Daha buranın hizmetine girmeden birbirlerini çekemiyorlar…”

      Yeni gelenler: “A a aman ya Rabbi, dünyada ne kadınlar varmış! Ne oluyorsunuz ayol?”

      Birinci gelen kadın, bu defa yeni gelenlere dönerek: “Hanımlar, hırıltı sözünü tamamıyla size iade ederim; biz köpek değiliz… İnsanca lakırtı söyleyiniz… Bu yazıhanenin de ne tuhaf tecellisi var? Hiç terbiyeli kadın gelmeyecek mi?”

      Üçüncü kadın, yüreğinden kopan bir kahkahayı avucuyla tutmaya uğraşarak: “İçimizde en terbiyesiz sensin kadın! İşte bu efendi görüyor… Şu yeni gelen hanımlar da tanık…”

      Yeni gelenler birbirini dürterek gülüştüler…

      Mansur Efendi: “Bu gerçek, imtihandan sonra anlaşılacak…”

      İkinci kadın: “İmtihana lüzum kaldı mı? Burada Çingene kavgasından mı numara alacağız?”

      O sırada girişin aralık duran kapsı itildi. Saim İzzet içeri girdi…

      Mansur Efendi: “Hah işte başmümeyyiz geldi.”

      Kadınların gözleri delikanlıya dikildi…

      İzzet, girişteki beş kadının yüzlerini o çapkın gözüyle çarçabuk bir sıra yoklamasından geçirdikten sonra Mansur Efendi’nin odasına girdi. Kapıyı kapadı.

      Mansur Efendi yavaşça: “Nasıl İzzet, dışarıdakilerin içinde gözünün tuttuğu var mı?”

      “İkisi beyazca meyazca ama hepsi de kıyafet düşkünü… Açlık solgunu… Hele bir tane sırım gibi kara yağız var. Ahırda eski tramvay beygirlerini andırıyor… Sıtma döşeğinden kalkıp buraya gelmişe benziyor. Önce onu azatlamalı; boşuna beklemesin…”

      “Aman o karı hezarfen…12 Kendi anlatışına göre bilmediği yok. Girmediği hizmet kalmamış… Bir dış işleri bakanlığı etmemiş, işte o kadar. Daktilo falan mükemmel. Hukuktan bile mezun. Çantasının içi diploma ile dolu. Çenesine de kavi şey ha! Öyle ulu orta sayayım deme; esmayı üstüne sıçratırsın…”

      “Neme gerek benim; kartaloz istediği kadar beklesin… Bunlar ilk döküntüler. Belki sonra aynalıları gelir… Bize hukuk, guguk, daktilo maktilo lazım değil. Beyefendinin ne istediğini biliyorsun…”

      Mansur Efendi, derin bir puflamadan sonra: “Evet, beyefendinin ne istediğini bilmek bu kır sakaldan sonra bana pek ağır geliyor ama ne yaparsın? Geçim belası…”

      “Ortalık aç yahu… Bir kuru ilana sabah karanlığı beş kadın birden koşuşmuş… Belki içlerinde bu gibi davetlere çapkınlık karışacağını, gençliğin, güzelliğin, fingirtinin para edeceğini sezenler de vardır. Babacığım, bu işten herhâlde sana da bana da kısmet var.”

      “Bırak kısmeti canım, bu yaştan sonra beni de çapkınlıkta kendinize mi uyduracaksınız?”

      “Ne var canım, benim