Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

eski söyleyip yazdıklarıyla yeni iddialarını karşılaştıracak dikkatli kimselerin yokluğu yüzünden böylelerinin at oynatmalarına engel olunamıyor. Bunların kendi çıkar ibreleri üzerine ayar edilen bozguncu sözleri, yeniden yeniye sürüm kazanıyor. Ah ah halk, eskiden çektiği belaların kimlerin yüzünden geldiğini ve nasıl sözlerden, iddialardan doğduğunu aklından çıkarmayacak kadar unutkan olmasa!

      Zavallı Mürvet, pek bilgece ve iyiliksever bulduğu bu sözlerde derin anlamlar arayarak olanca dikkatiyle dinliyor; Nükhet Feyyaz, böyle nutuklara karnı tok bir durgunlukla gözleri görünüşte beyde lakin gönlü, kulakları pek uzaklarda olduğunu belli etmemek için arada bir sahte gülümsemeler gösteriyor; Vehbiye Şevket, çekici teninin sıcaklığını seçtiren ince çoraplı ayaklarını hiç sıkılmadığı bir çevrede oturduğunu anlatır bir aldırışsızlıkla birbiri üzerine atmış, Şehzadebaşı seyircileri gibi hemen hemen el çırpmak için parlak bir geçit bekliyor gibiydi…

      Bu sırada tık tık oda kapısı vuruldu. İzzet Saim, kimin geldiğini anlamak için kanadı pek az araladı. Malik Tayyar ile Nesip İhsan’ı gördü. Beye haber verdi. Yabancı olmadıkları kâtip hanımlara anlatılarak gelenler odaya alındı… Koridora, ilanın kokusuna gelen yine yeniden yeniye birkaç kadın birikmişti. Aranılan kâtibin bulunduğunu söyleyerek İzzet Saim bunları savdı ve yeniden geleceklerin savulmasını Mansur Efendi’ye bırakarak odaya girdi. Şimdi orada eş dost bu kâtip hanımlarla, gündüzün kına gecesi yapacaklardı… Cümbüş keka… Lakin ilk saldırışta kızlar boyun eğecekler miydi? Böyle bir soru acemiler için sorulabilirdi. Her şeyin yolu, usulü vardı. Tecrübeli Semih Atıf Bey, bu işin ustasıydı.

***

      Konuklarla kâtipler birbirlerine takdim edildiler. Öğle yemeği zamanı olmuştu. Semih Atıf Bey, hoş bir şey söyleyeceklere özgü bir tutumla iki avcunu birbirine sürterek: “Bugün kâtip hanımlarımızın işe başlamaları şerefine bir ziyafet vereceğim… Şimdi buradan hepimiz geniş bir otomobile dolarız. Doğru bizim Madam Savaro’ya… Yemekleri nefis, salonları temizdir. Yer, içer, eğleniriz. Bir saatin içinde yine buraya döneriz…”

      İleri sürülen bu düşünce, bütün yüzlerde bir sevinç dalgası yarattı. Yalnız masum Mürvet’in biraz benzi attı. Korkuyordu. Fakat niçin? Bilmiyordu. O, bütün ömründe hiçbir yabancı ile öyle yerlere ziyafete gitmemişti. Yemekleri nefis, salonları temiz bu Madam Savaro’nun lokantası nerede idi? Semih Bey’in daha ilk gün, ilk saatten kâtip hanımlar hakkındaki bu denli tatlı davranışını, cömertliğini fazla buluyordu. Lakin büyük bir iyilik belirtisi gördüğü ve geçimine büyük bir yardım beklediği böyle yerin ilk teklifini kabul etmemek pek soğuk düşecekti. Sonra düşündü: Öyle bir idarehaneye sahip, saygıdeğer bir aileden ciddi bir beyin kötü niyetle o teklifte bulunması kabil miydi? Zihnini, böyle bir fena düşünceye sapıtmış olduğu için kendi kendinden utandı… Yanındaki iki kıza dikkat etti. Onların sevinçli yüzlerinde hiçbir şüphe izinin belirdiğini seçemedi. Nükhet’le Vehbiye’nin güvenle ve sevinçle kabul ettikleri bu cömertliği, kendisinin böyle ağır bir şüphe gölgesi altında anlayışı ayıp değil miydi?

      On dakika sürmedi. İzzet Saim geldi. Otomobilin han kapısında hazır olduğunu söyledi. Hepsi daireden çıktılar. Kadınlar, erkekler çoktandır birbirlerini tanıyorlarmış gibi konuşa gülüşe koridorlardan geçtiler. Merdivenlerden indiler. İzzet Saim şoförün yanına oturdu. Üç kadın, üç erkek karmakarışık arabaya doldular… Küçük bir geri kıpırdanıştan sonra oto, beyaz dumandan arkasına ince bir kuyruk bırakarak manda sesiyle bağıra bağıra süzüldü. Köşeyi döndü, kayboldu.

      Semih Atıf Bey, hanım kâtiplerini Madam Savaro’ya uçururken arkalarından açılmış iki tehlikeli gözün izlediğini seçemedi…

      Şehreminili Hüsniye, kapıların süvelerine sinerek, köşelere gizlenerek, helalara kapanarak onların kadın erkek vücut vücuda karamboller yapa yapa arabaya dolduklarını görmüş, şoförün yüzüne, otonun numarasına dikkat etmişti.

      Hemen sokağa fırladı. Sağına baktı, soluna döndü. Muhbir karı o fesatçı kafasıyla birden ne yapacağını kararlaştıramadı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Her duraksama saniyesinin otomobili kendinden daha çok uzaklaştırdığını düşünerek kuduruyordu.. Bir ikinci otomobile atlayıp arkalarından saldırmak için yanındaki parayı hesapladı. Bunun yetmeyeceğini görerek bütün bütün sinirlendi. Ah, ah bu öyle bir işti ki, eğer açıkgözlülük edebilirse kâtiplikten kaybettiği aylığın birkaç katını o günü ve sonra çıkarabilirdi. Bu serüvene karıştıracağı adıyla ün kazanmaya da bir adım atmış olacaktı. Aman ya Rabbi, nasıl etsin? Ne yapsın?

      Hüsniye, yürek çırpıntılarıyla böyle kendi kendini yiyip bitirmekte iken sokağın başından iki çocuğun ellerinden tutmuş bir kadın göründü. Oraya, hana doğru geliyorlardı.

      Şehreminili, bu dişi kurt, böyle fitneciliklerde düşen fırsat noktalarından en küçüğünü bile ihmal etmezdi. Fesatçı yüreğinin esinlemesiyle durdu, iki çocuğun ortasında gelen kadını bekledi.

      Bu, Semih Atıf Bey’in hizmetçisi Kâmile idi. Yürüdü. Hana girdi. Hüsniye, onları merdivenlerden birkaç basamak ara ile izledi.

      Kâmile, çocuklarla birlikte, aralık bulduğu idarehane kapısından içeri yürüdü. Kapıyı yine aralık bıraktı. Ancak iki dakika sonra Hüsniye de içeri daldı. Mansur Efendi’nin odasında iri iri konuşuluyordu. Muhbir kadın, bu seslere kulak verdi.

      Kadın sesi: “Beyefendi bu sabah gelmedi mi?”

      Erkek sesi: “Geldi.”

      “Nerede?”

      “Sokağa çıktı…”

      “Şimdi… Mutlak kendisini görmek isterim… Nereye gittiğini bilmiyor musun?”

      “Yemeğe gitti sanırım…”

      “O her zaman yemeğini lokantadan buraya getirtirdi…”

      “Kimi de lokantaya gider. Belli olmaz… Misafirleri vardı…”

      “Tayyar ile Nesip değil mi?”

      “Evet…”

      “İkisinin de boynu altında kalsın. Tanrı’nın günü ikisi de burada, misafir mi onlar? Kişi refikinden azar… Beyefendiyi baştan çıkarıyorlar. Hem masrafa sokuyorlar hem ahlaksız ediyorlar. Vallahi Hanım Efendi bir gün gelip onları buradan kovacak… Hakkı yok mu canım? Bu iki herifin çapkınlıkları hakkında işitmediğimiz rezalet kalmıyor. Gittikleri lokantayı biliyor musun? Söyle… Şimdi gider bulurum… Lazım… Pek lazım…”

      Turgut mızmızlanarak: “Kâmile Dadı, haydi lokantaya gidelim… Ben krema isterim…”

      Mihriban: “Ben de isterim dadı…”

      Kâmile: “Arsız mahalle çocukları gibi ellerimi eteklerimi çekmeyiniz öyle… Sanki evde hiç tatlı yemiyorsunuz? Bilmiyor musunuz? Anneniz hasta… Bizi mutlak şimdi babanızı bulmak için gönderdi.”

      Bu sırada dışarıdan oda kapısı vurulur. Mansur Efendi başını dışarı çıkarır. Yabancı iki genç kadınla burun buruna gelir…

      “Ne istiyorsunuz?”

      “İlanı okuduk geldik.”

      “Ha anladım. Lüzum kalmadı hanımlar…”

      Kâmile söze karışarak: “Ne ilanı?”

      Yaşlı memur, yaylı gözlüğünü birkaç defa burnunun üzerine yerleştirip yine kaldırarak: “Bir şey değil canım… Bir şey değil…”

      Gelen kadınlar küçük bir yaygara ile: “Nasıl bir şey değil? Herkesi uzun yollardan buraya kadar çağırınız