Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

Efendi!”

      Yaşlı adam lahavleler çekerek: “Canım burası idarehanedir, her türlü iş olur. Gazetelere her türlü ilan verilir…”

      Kâmile, lokantaya gidip tatlı yemek için vızıldanan çocukları azarladıktan sonra: “O çapkın İzzet Saim, beyefendinin nesidir? Bilirsin ya Mansur Efendi?”

      “Ben böyle münasebetsiz lakırtılar sevmem. Sus Kâmile Hanım…”

      “Sevmezsin ama işin tam can alacak noktasında susarsın… O İzzet oğlan, beyefendinin genelev kılavuzudur. Muhabbet tellalıdır. Sen bilmiyorsan ben söyleyeyim işte… Mansur Efendi, siyahından ziyade ak bitmiş sakalınla sen bu çapkınlıkların arasında tuhaf bir durumda kalıyorsun…”

      “Vallah hepinizden tiksiniyorum. Bir gün elimden kalemi bırakıp savuşacağım…”

      “Savuşma… Savuşma babacığım. Bizden yana ol… Hanımefendi döşeklerde inim inim inliyor. Zavallıyı diri diri mezara sokacaklar… Vallah dünyada eşi bulunmaz tahammüllü kadındır. Bütün rezillikleri biliyor, işitiyor… Her duyduğunu içine koya koya işte böyle oldu.”

      İhtiyarın sesi öfkeden ağlayan bir çocuk gibi incelip titreyerek: “Ben bu yaştan sonra böyle işlerde kimseden yana olamam… Benim vicdanım var. Terbiyem var… Ben altmış beş yaşında bir erkeğim. Mahalle karısı değilim… Ben bu idarehanenin ticaret işleriyle uğraşırım. Beyefendinin özel işlerinden, davranışlarından asla sorumlu değilim… Bakınız burada şimdi kimse yok. Burası bana teslimdir. Burası kavga, dedikodu yeri değildir… Hanımlar, haydi bakalım. Arş dışarıya… Kapıları kapayacağım.”

      Kâmile, iğrenç bir şey görmüş gibi yüzünü ekşiterek: “Ay aman, senin ne pinpon olduğunu ben bilmez miyim? Hep bu işler senin başının altından çıkıyor. Bütün bu rezilliklerde senin parmağın var… Beyefendinin işine yaramasan o kadar dolgun aylıkla seni burada tutar mı? Siyah, ak sakallılar, sakalsızlar… Yaşlısı genci bütün dünya bir lokma ekmek için her rezilliği kabul eder oldu. Fakat dur sen… Gidip hanımefendiye söyleyeceğim. Hepinizi buradan kovdurtacağım…”

      “Haydi git söyle… Hanımefendi, hanımefendi… Hay boynu altında kalsın kaltağın… Onun da ne çekilmez bombok bir mahluk olduğunu ben bilmez miyim?”

      “A a a velinimetine karşı bu iyilikbilmezlik… Vallah kör kötürüm olursun Mansur! Yediğin ekmek gözüne dizine durur…”

      “Benim kendi kafamdan başka velinimetim yoktur. Ben böyle defterlerin başında iki büklüm sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra buradan aldığımı her yerde kazanırım. Sen kendi derdine bak. Beni buradan kovdurtacakmışsın… Ben giderim ama sen de o evin gediklisi değilsin. Beyefendinin bir sinirli gününe rastlarsa belinin ortasına tekmeyi indirince, seni kapı dışarı eyleyiverir… Çünkü Beyefendi, hanımefendi denilen o yapma hastanın, o deli karının esiri değildir…”

      “Ya hanımefendi, beyin esiri midir?”

      “Beyin hanımından hiçbir istediği yok… Bilirim onun hiçbir davranışına karışmaz. Karısı dünyada var mı imiş yok mu imiş… Onun varlığına asla önem vermez… O da ona önem vermesin, bitsin gitsin.”

      “A hiçbirbirine karışmadan karılık kocalık olur mu?”

      “Bu hanımefendi derecesinde karışmaya da hiçbir erkek dayanamaz. Bu arsız çocuklarla kısa günde buraya on defa gelir gidersin… Beyin önemli bir işi mi var? Ciddi bir adamla mı konuşuyor? Kafası yorgun mudur? Hiç buralarını düşünmek yok… Karagöz oyunu gibi vakitli vakitsiz küt damlarsınız buraya…”

      “Çocuklar arsızsa bunları ben peydahlamadım ya!”

      “Bunları böyle terbiyesiz eden anneleri ve sen, ikinizsiniz… Öyle idaresiz bir kadının yanında siz hizmetçiler de yüze çıkıyor, yarımşar hanımefendi oluyorsunuz.”

      Bu fırtınadan sonra Kâmile, oğlanla kızın ellerinden çekerek idarehaneden çıktı… Fakat Şehreminili Hüsniye, bütün fesatçı dikkatiyle bu sahnenin seyircisi olmuştu. İki taraftan dinlediği sözlerden mükemmel bir fitne dalaveresi çevirmeye yetecek kadar aile sırları toplamıştı. Hanımefendi, kocasını çok seven kıskanç, dırdırcı, bunaltıcı, belki de çehre düşkünü zayıf, sarartma, çekilmez bir kadın… Beyefendi genç, güzel, yanaklarından kan damlayan, karısını hiç umursamayan; zevkinden, sefasından başka şeylere metelik vermeyen; bütün tatlı eğlencelerini evinin dışında, ailesinden uzaklarda arayan hayırsız bir koca… Eşine hiç önem vermiyor fakat her nedense boşanarak bu belayı omzundan büsbütün de silkip atmıyor.”

      Tastamam kıvamına, kolpasına gelmiş bir iş ki Hüsniye “püf” dese bu serüvenin rüzgârına karışacak ve Kâmile’nin Mansur Efendi’ye teklif ettiği gibi, hanımefendiden yana olunca, istediği kâtipliğin kazancından daha çok kendisine faydalar kapısı açmış bulunacak…

      8

      Kâmile, çocuklarla birlikte idarehaneden çıkıp dış koridorda on beş yirmi adım ilerleyince Hüsniye arkalarından yetişti. Merdivenlerden yere indiler. Hatta dik taş basamakların kazasından korumak için çocukların küçüğünü, Mihriban’ı dadısının elinden alarak kendisi indirdi. Bu iki kadının yaradılışlarında, öz kardeşlermiş gibi bir benzerlik, bir yakınlık vardı. Göz göze çabuk kaynaştılar…

      Muhbir kadın, hizmetçiyi tenhaca bir sokağa çekti. Çarpıntısını yatırmak için birkaç kez eliyle göğsünü sıvadıktan sonra: “Ah hanım… Ah kardeş… Ben yedi kat el iken dayanamıyorum… Allah, hanımefendiye sabırlar versin. Can dayanır dert değil…”

      Yabancı kadının hanımefendi adını karıştırarak gösterdiği bu üzüntü karşısında Kâmile şaşaladı. Dikkatle onun göz bebeklerine bakarak: “Ne var Hanım? Ne oldu?”

      “Ah öyle bir şey oldu ki… Söyleyeyim mi? Söylemeyeyim mi? Ne yapacağımı ben de şaşırdım…”

      “Bizimle ilgili mi?”

      “Evet…”

      “Söyle… Niye söylemeyecekmişsin?”

      “Dedikodu olur. Ben öyle şey sevmem. Belki de karı koca arasında bir felaket oluverir.”

      Kâmile, yüzünü merakla burun buruna bu muhbir kadına yaklaştırarak: “Söyle sinirden gözlerim seğiriyor. İçim titriyor.”

      “Sizin hanımefendi hiç gazete okumaz mı?”

      “Okumaz… O, kocasının derdinden başka bir şey düşünmez…”

      “Vah zavallı kadın…”

      “Zavallıların zavallısı…”

      “Bu ilanı İstanbul’da okumayan kalmadı. Sizi ilgilendirdiği hâlde bundan hiç haberiniz olmamasına pek şaşılır doğrusu…”

      “Hanım, ne ilanı? Bu nasıl şey? Söyle diyorum…”

      Turgut bir yandan, Mihriban öbür yandan Kâmile’nin eteklerini çekiştirerek: “Dadı haydi… Lokantaya gidelim. Beybabamı bulalım…”

      Hizmetçi kadın, çocukların ikisini birden tartaklayarak: “Susunuz. Durunuz bakalım… Beybabanızın yediği … yedi deryanın suları temizlemez… Dinleyiniz, bakınız bu hanım ne söyleyecek? Öyle herife ananız koca, siz baba diyorsunuz… (Hüsniye’ye dönerek) Hanım, siz bu arsızların vızıldamalarına bakmayınız… Söyleyiniz… Analarının bunları düşünmeye hiç vakti yoktur. Babaları dersen kırk yıl görmese aklına gelmez… İşte ben bu doymazları akşama kadar yemişle avuturum. Bunların yediklerini vallah büyük adam yiyemez… (Cebinden iki