Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

için çarşaflanır. Kendisini romanlarda okuduklarına benzer bir olay içinde bulduğuna biraz şaşar. Yanına bir şey almak gerek… Bir silah! Öyle ya… Kocasının kolları arasında yabancı bir kadın görünce yaralanan izzetinefsinin öcünü almak için söylenecek acı ve öldürücü sözü bir tabanca namlusuyla anlatmak gerek… Dolaptan kocasının küçük, şık tabancasını çıkarır… Elinde evirip çevirerek: “Hayatımda böyle acı günler olacağını, kocamı öldürmek için bir tabanca hazırlayacağımı hiç aklıma getirmezdim. Bu uğursuz alet nasıl, neresinden dolar? Bilmiyorum…”

      Kâmile telaşla: “Hanımefendi, bilmediğin şeyi kurcalama, kazalıdır.”

      “Boştur biliyorum…”

      “Şeytan doldurur…”

      Hanımefendi, küçük bir titremeyle silahı masanın üzerine bırakır. Hızır kadın, onu oradan bir erkek cesaretiyle kavrayarak: “Bu alet, insana hem dosttur hem düşmandır… En karışık meselelerde sözü kesen bir hâkimdir. Ömrü boyunca bunun yardımına muhtaç olmamış adam yok gibidir. Doldurmasını da atmasını da bir silahşor kadar bilirim.”

      Tabancayı kırıp kovanlarını parmağıyla yoklayarak: “Boş boş… Hani ya fişekler nerede?”

      Hanımefendi, ortaya bir teneke kutu çıkararak: “Bunun içinde bir şeyler var. Fişek dediğiniz onlar mı bilmem…”

      Hüsniye: “Hanımefendimiz, şimdiye dek hiç silah atmadınız mı?”

      “Hiçbir cana kıymak aklımdan geçmezdi ki atayım.”

      “Öyle ise biraz el alıştırmalısınız…”

      “Burası nişan yeri mi? Şimdi güm diye patlarsa konu komşu ne der?”

      “İçine kurşun koymayacağım… Biraz parmaklarınızı alıştırmak için boş boşuna atacaksınız…”

      Hızır kadın, tabancayı hanımefendinin eline verir, tetiği göstererek: “İşte bunu parmağınızla çekiniz…”

      Hanımefendi çekmeye uğraşarak: “Ay pek sıkı! Bir parmağımın kuvveti yetmiyor…”

      “Birinin kuvveti yetmiyorsa iki parmağınızla çekiniz.”

      Hanımefendi, alt dudağını dişlerinin arasında çiğneye çiğneye, korkunç bir yüz kasılmasıyla namlunun ucunu havada dolaştırarak tetiği çekmeye uğraşırken Kâmile büyük bir telaşla: “Hanımefendiciğim durunuz. Eliniz her tarafa oynuyor. Ben dışarı çıkayım da tetiği sonra çekiniz.”

      “Boş diyorlar ayol…”

      “Boş silahların patladığını ben çok bilirim. Kavga yerine gitmeden burada birbirimizi vurmayalım… Bugün sakar bir gün… Şeytanın işi yok. Tanrı’m kazasından saklasın…”

      Hanımefendi gözlerini yumar. Dudağını koparırcasına kendini sıka sıka nihayet tetiği çeker. Boş tabanca tamam çıt çıt ettiği sırada birdenbire oda kapısı açılır. Turgut’la Mihriban koşarak içeri girerler… Çıt çıtlarla çocukların girmeleri saniyesinin rastlaştığı anda Kâmile çığlığı basarak: “Atma Hanımefendi, çocuklara rast gelir…”

      Bu yaygaranın üzerine gözlerini açıp da karşısında çocuklarını gören hanımefendi, bir kaza oldu sanarak tabancayı elinden birkaç metre öteye fırlatıp durduğu yere serilir.

      Kopan çığlığa dışarıdan birkaç kadın daha koşar. Hanımefendi bir yanda baygın, ötede tabanca… Herkeste bet beniz kaçık… Ortada vurulan görülmez. Kazanın çeşidi anlaşılmaz. Fakat kimi limona, kimi sirkeye, lokman ruhuna, kolonyaya koşar. Eczaneye, doktora haber göndermeye kalkanlar bile olur… Hanımefendiyi, “Kendinize geliniz efendim, bir şey yok…” avutmalarıyla ovup ovuştururlar… Sözün kısası ev halkı birbirine girer..

      Turgut’la Mihriban bu kargaşalıktan yararlanarak annelerinin kıyıda bucakta ne kadar ilaçları varsa açıp karıştırırlar. Bir kutu içinde buldukları sürgün şekerlerini17 birbirlerinin ellerinden kapışarak hepsini tıkınırlar.

      Hanımefendi kendine gelir. Çocuklarının sağ olduklarını görmek için onları karşısına dizer. Sonra bağrına bastırır. Bütün annelik şefkatiyle, atlatılmış kazadan dolayı sıcak gözyaşlarıyla Ulu Tanrı’ya şükürler ederler.

      Rüzgârlara karışarak koşmaya alışmış şoför, arabasının içinde sigara üstüne sigara içerek bir saatten çok pinekledikten sonra vaktin gecikmekte olduğunu hatırlatmak için içeriye haber gönderir.

      Ne gibi önemli bir iş için hazırlanılmakta bulunulduğu kadınların biraz akıllarına gelir…

      Hızır kadın, vakit gecikirse tam kızgın tavında öç almak fırsatının kaçırılacağı ihtimalini uzun kanıtlarla anlatarak hanımefendiyi derler toplar. Bir çantanın içine, bayılanı ayıltmak için ne gerekse konur. Tabancayı, kimi kez dolmadan şeytan eliyle boşanan bu kazalı aleti gerektiği anda hanımefendiye vermek üzere Hüsniye kendi yanına alır.

      Hanımefendi, Kâmile, iki çocuk otoya binerler.

      Hızır kadın, her ihtimale karşı, şoföre verilecek paraları peşin ister. Herifi bir yana çeker. Onun kesişilen payını avucuna sıkıştırarak kendininkini göz bağcı çabukluğuyla serviyetine yerleştirir… Arabaya girer. Koca canavar, homurtusuyla sokakları doldurarak sırtındakileri istenen yöne doğru uçurur…

***

      Araba, uçan camlı bir köşk gibi hafif sarsıntılarla ve köşebaşları dönemeçlerinde içlerindekileri sağa sola biraz yaslandırarak koşa koşa Köprü’yü geçti. Kalabalık yollarda kaynaşan insanları, siyah köpüklü bir deniz üzerinde giden bir vapur gibi, iki yanına fırlatarak engel tanımaz bir inatla yollara saldırıyordu. Banka önünden geçtiler. Şişhane Karakolu dönemecinde otomobil yokuşlara atılırken Mihriban, annesinin iki dizi arasına sokularak şakaklarından sızan hafif bir ter ve her saniye artan baygın bir çehre ile: “Anneciğim…”

      “Ne var yavrum?”

      “Çişim geldi…”

      “A a sırası mı?”

      “Ama pek geldi…”

      “Tut kendini bir parça… Şimdi arabadan ineceğiz… İşte o zaman…”

      “Anneciğim… Tutamayacağım… Tutamıyorum… Ay işte tutamadım!”

      Turgut aynı ter, aynı solgunluk ve titrek sesle Kâmile’ye sarılarak: “Dadı… Ediyorum…”

      Hanımefendi: “A bu nedir canım? Ayıp değil mi koskoca çocuklarsınız!”

      Kâmile: “Hanımefendiciğim, bu iki çocuğun karınlarından birbirine telgraf mı vardır nedir? Bir türlü anlayamadım. Ne vakit birisi böyle bir sıkıntısı olduğunu söylerse arkasından hemen öteki de başlar…”

      Şaka değil, evde hanımefendinin baygınlık kargaşalığı sırasında boğazlarına düşkün bu iki yaramaz, altmışar grama yakın müshil şekerlemesi tıkınmışlar, basan hararet üzerine sokağa çıkmazdan önce birer bardak da su çekmişlerdi… Şekerlemelerdeki yumuşatıcı madde, şimdi mide ve bağırsaklarını gevşetmiş… Zavallıları, o yaşta çocukların değil demir gibi pehlivanların karşı koyamayacağı bir duruma getirmişti. Fakat bu oburluktan kimsenin haberi yoktu. Bu vızvızlanmaları, bu iki yaramazın böyle anlarda her zamanki sıkıştırmalarına benzer birer densizlikleri sanıyorlardı.

      Bu pis olayın gittikçe tehlikesi artıyordu. Kız, anasının dizlerine serildi. Oğlan, Kâmile’nin kucağına kapandı… Arabanın içini, penceresi