ölmez ise büyüdüğünüz vakit ananız kim bilir sizden de neler çekecek? Damarları bozuk piçler… Yumurcaklar lakırtı söyletmiyor ki… Hanım, anlat bu ilanı bana…”
“Hanım, sizin beyefendi gazetelere bir ilan verdi. İstanbul’un ne kadar aşüftesi varsa sabahleyin buraya topladı…”
“A üstüme iyilik sağlık, hanım duymasın. Çıldırır… Deli olur… Ölür…”
“Ah ben de o kadına acıyorum ya. Yüreğim hun15 oluyor…”
“Ah kimseler duymasın. Bizi tefe korlar da çalarlar…”
“Ah zavallılar, bu rezaleti sizden başka duymayan kalmadı…”
“Utanmaz herif, ne yapacak o kadar orospuyu? Genelev mi açacak?”
“Kendi için… Eşi dostu için…”
“Hanım, akıllara ziyan… Beynimin içinde karınca yuvası gibi bir şeyler kaynıyor… Sıkılmadan, arlanmadan o ilanı nasıl verdi? Gazeteler nasıl kabul ettiler? İstanbul’un bütün fahişelerini davet ediyorum diye mi yazmış?”
“Yok hanım yok… ‘Yazıhanemize genç bir kâtip hanım arıyoruz, çok iş yok, aylık dolgun.’ diye yazmış… Irzlısı ırzsızı hepsi buraya koştu. Bilemedim. Ben de geldim…”
“A vah zavallı, onların arasında seni de kötü karı sanmışlardır…”
“Sorma hanım, sorma, kızardım. Terledim, yerlere geçtim.”
“E, sonra? Buradan nereye cehennem oldular? İki gözüm anlat… Seni bize Allah gönderdi. Sen söylemesen bizim bir şeycikten haberimiz olmayacak…”
“Benim buraya gelip de bu şeyleri öğrenişimi hanımefendinin güzel kalbinin kerametine veriyorum.”
“Doğru, doğru… O kadın veli gibidir. Ona kötülük eden sonunda ettiğini bulur…”
“Hanım, dinle; şimdi en can alacak noktaya geliyorum…”
“Ah canları çıksın! Söyle…”
“Dedim ya ilana aldandım. Ben de geldim. Bu giriş yeri yavaş yavaş boyalı karılarla doldu. Bir delikanlı var. Beyin kâtibi midir nedir?”
“Ah bildim. Onu kâtipler götürsün, yaşı yerlerde sayılsın…”
“İşte o oğlan buradan en genç, en güzel, en oynak şırfıntıları seçti, seçti içeri götürdü. Bir iki defa sırıtarak çağırmak için bana da çapkın çapkın göz etmesin mi? Elimi yumdum. Kafasına doğru salladım vallahi…”
“Ah kıraydın kafasını puştun…”
“Genç karıları içeri aldılar. Kapıları sımsıkı kapadılar… Saatlerce halvet oldular… Bekleriz, bekleriz çıkmazlar. A, vakitler çok fena oldu hanım. İstanbul’un böyle civcivli göbek yerinde bu rezalet… Eski kafadaki Türkler olaydı, ortalık birbirine girerdi. Allah hepsini kahretsin. Ne hâlleri varsa görsünler… Neme gerek âlemin günahı, rezaleti de, çık git; değil mi ya? Hayır şeytanlar içime vesvese getirdi. ‘Durayım bakayım bu kepazeliğin sonu nereye varacak?’ dedim, bekledim. Bu da hanımefendimizin içine doğuşundan anlaşılıyor; yüreği tertemiz bir kadın. Ben bütün bu kötülükleri göreceğim, size anlatacağım… Beyin hıyaneti örtülü kalmayacak… Bu da Tanrı’nın hikmeti…”
“Hanım söyle… Öfkemden çatlayacağım… Kepazeler hâlâ çıkmadılar mı dışarıya?”
“Çıkmadılar… İki gözümün elifi çıkmadılar…”
“Hayâsız reziller… O Mansur Efendi olacak herif ne yapıyor?”
“Odasında oturuyor…”
“Ak sakallı pezevenk…”
Turgut’la Mihriban Kâmile’nin eteklerini çekerek: “Dadı, çikolata bitti, bir daha ver…”
Kâmile, iki çocuğun didiklemesi arasında sinirli sinirli çırpınarak: “Durunuz. Susunuz bakayım. O beybabanız olacak kerata orospularla odaya kapanmış… Dinleyiniz ibret alınız yumurcaklar… Yarın öbür gün siz de onun gibi hayâsız olacak değil misiniz? Ah hanımefendi, zavallı kadın işitmesin… İşitmesin hop diye yüreğine iner… Ölümüne sebep oluruz.”
Kâmile cebinden iki elma çıkarıp kabuğuyla çocukların ellerine vererek: “Hanım, benim ceplerim manav dükkânı gibidir. Bunların ellerine tutuşturacak bir şey bulamazsam çiğ çiğ beni yerler. Onlar elmaları bitirinceye kadar söyle kardeş, rahatça dinleyeyim…”
“A bekleye bekleye ayaklarımıza kara su indi… Bir türlü dışarı çıkmazlar…”
“Hay büsbütün çıkmaz olsunlar…”
“Giriş yerindeki karılar sızıldamaya başladılar… Söyletme beni… Fahişeler, yakışıklı delikanlıları gördüler. Para ile birlikte erkek kokusu da aldılar… Yerlerinde duramaz oldular… Kaynaşıyorlar… Onlar da içeri girmek için can atıyorlar… Dedim ya, dünya kötü oldu. Benden başka ırzından korkan yok hanım… Karıların bu sabırsızlık fingirtisi arasında kapı açıldı. Kâtibin çapkın yüzü yine göründü. Hepimize karşı ne dese beğenirsin hanımcığım?”
“Ne dedi? Namussuz herif…”
“İş oldu bitti…”
“A a sus yere geçtim…”
“Hanım, iki elim yanıma gelecek, bir kelime yalanım yok… ‘İş oldu bitti. Başka kâtibe lüzum kalmadı. Haydi dağılınız hanımlar.’ dedi…”
“Alçak hayâsız… E, sonra?”
“İçeri girip ‘oldu bitti’ oynamak isteğiyle kıvranan karılar ağızlarını açtılar… Her kafadan bir ses çıktı. Epey gürültü oldu. Fakat çare var mı? Sonra dağıldılar…”
“İçerideki karılar ne oldu? Onları turşuya mı bastırdılar?”
“Dinle hanım, dinle… Maceranın en sunturlu yerine geldim…”
“Hafakana tutulmamak elde mi? Söyle hanımcığım, hem söyle diye yalvarıyorum, hem dinlemeye utanıyorum… El gün kepazeleri…”
“Herkes çekildi. Şeytan bana dedi ki: ‘Sen gitme Hüsniye, burada biraz bekle, bak neler göreceksin?’ Bekledim. Biraz sonra han kapısının önüne homur homur geniş, parıl parıl şık bir otomobil yanaştı. Odadan senin saklambaç oyuncuları çıktılar. Üç kadın, dört erkek kucak kucağa arabaya doldular… Boru öttü. Motor hırladı; haydi babam kuş gibi uçtular…”
“Ah zavallı hanımefendiciğim… Sen koca adını verdiğin o haydut için evde inle dur… Ay dizlerimin bağı çözüldü. Fena oldum. Nereye gittiler. Uğursuzlar nereye?”
“Hanım, ben tahminimde pek az yanılırım… Beyoğlu tarafına sürdüler sanırım. Rabb’im vermesin. Öyle kepazeliği İstanbul’da hangi mahalle kabul eder?”
“Aman Allah’ım talihsiz hanımefendi bu rezilliği duysa onları şimdi bulundukları yerde bastırmak için bütün servetini feda eder…”
“Bütün servetini feda etmeye lüzum yok. Beş on lira otomobil parasıyla ben onları şimdi saklandıkları yerde kapana tutulmuş gibi bastırırım. Bana Şehreminili Avukat Hüsniye derler. Uçanla kaçan elimden kurtulmaz. Ben zaten başka bir otomobil ile arkalarından gidecektim ama bugün yanıma yeteri kadar para almamışım…”
“Hanım, bu işi nasıl yaparsın bakayım söyle?”
“Şoförün