Hüseyin Rahmi Gürpınar

Billur Kalp


Скачать книгу

âdeta baygındı. Yalnız tartaklanma sırasında midesinde sulanan şeylerin bir kısmı ağzından taşmaya başladı. Yine o anda oğlan da Kâmile’nin kucağına kusuverdi.

      Hanımefendi sinirli bir şaşkınlık içinde: “Bu olağan bir durum değil; bunlara ne oldu kuzum?”

      Kâmile titiz bir sesle: “Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Fakat biz, herhâlde onlardan daha berbat olduk…”

      Arabanın her sarsıntısında çocuklar, ağızları açık kalmış birer tulum gibi yukarıdan aşağıdan boşanıyorlardı.

      Kâmile, oğlanı hemen belinden kavradı. Başını otomobilin penceresinden dışarı verdi. Boşanan bu iki delikten birinin akıntısını olsun dışarıya atmak, uğradıkları bu kirli kazaya karşı her hâlde yine az çok koruyucu bir yol sayılırdı.

      Sonra Hüsniye’ye haykırdı:

      “Sen de hanımefendinin kucağından kızı kap, arabanın öbür penceresinden başını dışarı çıkar da deliğin biri içeri boşanıyorsa hiç olmazsa öteki sokağa aksın…”

      Hızır kadın, hemen bu söze uydu. Şimdi arabanın iki yan penceresinden sokağa uzatılmış iki çocuk başı, hızın verdiği itici güçle iki üç metre öteden geçenlerin suratlarına kadar kusuyorlardı.

      O aralık Beyoğlu’nun dar sokaklarından geçmek talihsizliğinde bulunan süslü, temiz madamlar, şık mösyöler suratlarından aşağı bu pis kokulu şarapneli yedikçe haykırışıyorlar, otomobil kazasının hiç de bu türlüsüne uğramamış olduklarını birbirlerine yana yakıla anlatıyorlardı.

      Otomobilin iki yanından, kaza kurbanlarının iğrenme sesleri çoğaldı. Kimi bu kusmuk saldırısını o yana bir tükürük savurmakla geri çevirmiş oluyor, kimi yumruklarını sıkarak otomobilin arkasından yirmi otuz adım koşmakla kendini öç almış sayıyor…

      Gitgide halkın tiksintisi o dereceye geldi ki, iki yanına kusarak koşan bu iğrenç arabayı durdurmak için sokaklarda bağırmayan, sövüp saymayan kalmıyor gibiydi… Fakat kimi durdurur, kimi tutarsın? Şoförler, sinek ezer gibi, bir insanı devirip üzerinden geçiyorlar; bir saniye önce ayakta gezen bir canlı, kıyma makinesinden geçmiş et yığınına dönüyor, kaldırımlar al kana boyanıyor da şoförler yine durmuyorlar…

      Bir şoförün iyi kullanamayışı, daha doğrusu fazla koşmak keyfine, hevesine kapılması yüzünden bir suçsuz, ölüm cezasına uğruyor. Öyle ki şu uygar çağın hiçbir kanunu, böyle şiddetli bir cezayı, en kötü suçlu hakkında bile uygulayamaz. Ve tüyleri diken diken eden bu ölüm tehlikesi, zihnini biraz düşünceye kaptırıp sokakta dalgınca giden her zavallı yolcu için düşünülebilir. Sokaklarımızda, tekerleklerinin lastiklerine böyle dikkatsizlik cinayetinin kanı bulaşmamış pek az otomobil vardır. Bu öldürücü arabaların tekerlekleri altında can verenlerin cesetleri ayrıca bir mezarlığa gömüleydi, şunun bunun otomobillerde hızlı koşmak sefasına kurban gidenlerin çokluğu önünde gözlerimize dehşetler dolardı. O zaman bizden yılda otuz kırk nüfus üzerinden vergi alan vebaya, koleraya teşekkürler ederdik.

      Öldüren otomobillerin çok kez durdurulamadıkları bir sokakta, kusanın küstahlığına ceza düşünen olur mu? Şoför, kalpağını sağ kulağını suratından büsbütün silecek bir caka ile yana eğmiş, o gün arabasının yol ücretinden başka havadan vurduğu elli liranın neşesiyle arkasından sapan taşı yetişmez bir hızla ve içleri gevşemiş çocukların etrafa saçtıkları pisliklerden habersiz, uçuyordu.

      11

      Otomobil, Beyoğlu’nun dar, kuyu gibi havasız yan sokaklarının köşelerinden kıvrıla kıvrıla aktıktan sonra, sık bir ormanda birbiriyle yarışan ağaçlar gibi hep boyuna uzanmış yüksek kâgir evlerden birinin önünde durdu. Yolcularını çıkarmak için şoför arabanın kapısını açtığı vakit, suratına çarpan dökülmüş oturak kokusu midesini bulandırdı. Hemen parlayan gözleriyle, ateşlenen ağzıyla müşterilerine çıkışarak: “Bu ne? Arabamın içini Yeni Cami keneflerine çevirmişsiniz! Ne pis müşteri imişsiniz, Allah belanızı versin!”

      Kocasının derdinden zaten sinirleri son tetikte gerilmiş olan hanımefendi birden parladı:

      “Bela kendi başına gelsin!”

      “Geldi işte, sizden iyi bela olur mu? Ömrünüzde hiç arabaya binmediniz mi? Araba ile helanın birbirinden çok ayrı şeyler olduğunu bilmiyor musunuz?”

      “Söylenme herif, parana geçer hükmün…”

      “Paran bu kadar bolsa arabaya pisleyip cereme vereceğine temiz, hayırlı işlerde kullan…”

      “Biz bu işi kendi isteğimizle yapmadık. Bir kazadır oldu. Çocukların mideleri bozulmuş…”

      “Bileydim bu yumurcakları arabama almazdan önce kıçlarına birer iri mantar tıkardım…”

      “Benim çocuklarımın kıçı senin babanın şarap şişesi değil…”

      “Oldukça büyük bir konakta oturuyorsunuz. Adınız da hanımefendi…”

      “Evet öyle… Beğenmedin mi?”

      “Sulukule’den Falcı Pembe’yi arabama yolcu almış olaydım içeride sizden daha temiz oturmasını bilirdi. Arabama yestehledikten sonra utanıp önüne bakardı. Siz çingeneden de beter imişsiniz ya!”

      “Çingene senin soyun sopundur edepsiz… Sana terbiye dâhilinde muamele ettikçe kabarıyorsun.”

      “Terbiye dâhilinde muamele mi? Ulan yedi ceddinin terbiyesine mum yaktığımın karısı! Soyunu sopunu bir sıraya varakladığımın postalı be! Terbiye dâhilindeki muamelen bu… Terbiyesizce davransan acaba nasıl olacak?”

      Öfkeden sinirli kadının bütün vücudunu çiftetelli ile oynayan bir çengi gibi, bir titreme aldı.

      Hızır kadına dönerek bağırmaya başladı:

      “Kadın, ver şu tabancayı… Önce bu herifi geberteyim… Sonra ötekini.”

      Şoför, tabanca sözü önünde bir adım geri çekilerek: “Ooo! Hanımefendinin tabancası da var… Demek siz içeriye adam öldürmeye gidiyorsunuz… Önce burada bana kıyacaksınız… Sonra ötekine öyle mi? Ben sizi buraya yanlış getirdim. Siz Toptaşı’na18 götürülecek mahluklarmışsınız…”

      Şehreminili Hüsniye, arabadan fırlamış, şoförün kulağına şöyle yalvarıyordu:

      “Aman kardeş, sen ona bakma… Zavallı kadın meraklıdır. Ne dediğini bilmez.”

      “Meraklı mıdır? Ben onun ne istediğini gözlerinden anladım. Ben bu illetin ilacını bilirim. Kocasında kabahat… Bunu böyle çıldırtıncaya kadar boşlamış… El erkeklerine muhtaç bırakmış… Bir tane de böyle bizim komşuda var… Kocası yetmişlik, karı otuzunda… Ocak süpürücüyü, sakayı, bekçiyi içeri alır…”

      Hanımefendi çırpına çırpına haykırarak: “Alçak hayâsız, namusuma, iffetime söz atıyor. İşte hem arabana sıçtık hem de on para vermeyeceğim… Git dava et de al.”

      Arabanın sokağa dağılan pis kokusundan hiç farklı olmayan bu kavga böyle kızışmakta iken Hüsniye, önünde durdukları evin çıngırağını öttürdü. Çok geçmeden kapı açıldı. Önü mavi prostelalı yaşlıca bir erkek hizmetçi göründü. Bu gibi işlerde gerçekten görmüş geçirmiş becerikli olan Hüsniye sordu:

      “Burası neresi?”

      “Madam Savaro…”

      “Lokanta… Otel… Biraz da özel eğlence yeri…”

      “Evet…”

      “Hah