Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

ğ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.

      Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.

      Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.

      Bismillahirrahmanirrahim

      MUKADDİME-İ CELÂL

      I

      Memleketimizde ilerleme fikrinin meydana çıkmasından beri insanlığın yüksek değerlerinden elde edebildiğimiz irfan kaynaklarından biri de edebiyattır. Gerçekten bizde kalemin gösterdiği ilerleme, Batı’nın sanat eserleriyle karşılaştırılırsa(?) bu, büyük bir âlimin bilgisine nispetle yeni konuşmaya başlamış bir çocuğun söyleyebileceği üç beş kelime hükmünde kalır. Bununla beraber azlık, yokluk demek olmadığından, edebiyatımızda hasıl olan inkılap, asrın tarihi içinde küçük bir övünme başlangıcı olmaktan büsbütün uzak değildir.

      Bundan on beş yirmi sene evvel muntazam bir mektup yazmak kitabet sanatının kendisi sayılırdı. Sıfat ve mevsuf uygunluğuna vâkıf olmak ise yazarlar için pek büyük bir marifetti. Hele kafiyeli bir dua ve birbiriyle alakalı birkaç beyit ile süslenmiş bir hulus kâğıdı tertip edebilmek milletin kültürünün beyni demek olan edebiyatta en yüksek bir mertebe kabul edilirdi.

      Münşeat adıyla elde mevcut olan dergilerin hangisine bakılırsa bu davayı ispat için birbirine bağlı süslerle dopdolu olduğu görülür.

      Hayat tecrübemin şahit olduğu garip olaylardan, İstanbul’un yangından korunması hakkında bazı araştırmaları kapsayan ve “Tasvir-i Efkâr”da yayımladığım makale bir dereceye kadar yenileşmeye uygun yazıldığı için Babıali’nin en yüksek makamlarında bulunan ve kalemleri otorite kabul edilen bazı kimseler tarafından olağanüstü bir şey sayılmıştı. Hem de aramızda fikir ve yol ayrılığı olmasına rağmen beni yeniden ikinci bir rütbe ile mükâfatlandırmış idiler. Hâlbuki o yolda bir makale yazılsa ediplerimiz tarafından mükâfat değil kelime süslemeciliği hevesiyle kaybedilen zaman için bilakis ayıplanırdı.

      Ne kadar ayıplanırsa ayıplansın haksızlık edilmiş olmaz. Çünkü en kaba Türkçeyle yazılan eserlerde “fikr mekr ve zikr hakr” sözü gibi mutavvelde tenafürün en çirkin misali olarak söylenen “ve leyse kurbe habri, Harb’in kabrü” mısrasına rahmet okutacak parçaların varlığı hep o seci ve kafiye heveslerinden ileri gelmektedir.

      İşte okuma bilenlerin çoğu edebiyat adı verilen eserlerimizi dinlerken yabancı dilde yazılmış bir dua zannıyla amin diyegelmişlerdir. Bunun için sade olduğu söylenen şiirlerin, birbirine bağlı sıraların arasından mana çıkarmak üst üste gelen dalgalar arasında dalgıcın inci avlaması kadar zordur. Zaten çıkarılan manalar da fikri doyuracak veya vicdana hoş gelecek şeyler cinsinden olmadığından milletin kulağına, gözüne ve düşüncesine hitap gibi altmış asırdan beri dünyaya ne kadar arif gelmişse hepsinin en arı ve parlak ifadelerini anlayışa muktedir iki hikmet kırıntısı ilave etmek isteyen araştırma zevki tamamen kaybolmuştu. Öyle ki düşüncenin hayat kaynağı olan okumaya, bir ilaç gibi yalnız zaruret anında üstelik bin türlü güçlük ve iğrenmeyle başvurulurdu.

      Şiirimiz ise bir kısım münacat ve naatlar ve birkaç da ufak mesnevi ile güzel müfretler istisna olunursa gerçek ve tabiat âlemleriyle ilgisi olmayan vehimler dünyasından alınmış bir kısım münasebetsiz tasavvurlardan ibaretti.

      Birçok şiirlerimizin beyit ve mısraları arasında bulunan mana karışıklığı parça bohçalarındaki renk karışıklığından daha fazladır.

      Divanlarımızdan biri okunurken, insan taşıdığı hayalleri zihninde göz önüne getirse; etrafını maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zühal’in tepesine basmış, hançerini Merih’in göğsüne saplamış kahramanlar; feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş, cehennemi alevlendirmiş de yakı diye göğsüne yapıştırmış; bağırdıkça arşıâlâ sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına boğulur; âşıklar, boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı sevgililerle dopdolu göreceğinden kendini devler, gulyabaniler âleminde zanneder.

      Yazık ki şiirimiz daha bu garip tarzdan kurtulamadı; ara sıra tabiata uygun ve zamanın fikir ustalığına layık bir şiir tarzı için başlangıç zuhuru addedilecek bazı eserler görünüyor ise de yeniliğe eğilim şairlikte kâtipliğin bütün bütün aksine bir tesir hasıl ederek, şiirin yeni yolda olması için mesela; zihaflı veya bütün bayağı sözler kafiyeli bir satıra yazılır da arası parmakla silinmiş gibi bir yerden kesiliverirse şiir zannedildiğinden; kulağı tırmalayarak dinlenilen birçok kaside ve gazel taklidi ve millet şarkısı modaları arasında güzel söylenmiş sözler de kurbağalı bahçelerde tesadüf eden bülbül nağmeleri gibi araya karışıp gidiyor.

      Şayanı teessüftür ki şiirimizin tutumu, seçkin kimselerin o yola rağbetini çekmeye yararlı olmadığı için manzum eserler arasında bir ilerleme sabahının yakınlaşmasına iyi başlangıç sayılabilecek bir kanaat numunesi yoktur.

      Fakat mensur olan ebedî eserlerimiz eski tarzın esaret zincirinden kurtulduğu zamandan beri millete serbestçe pek çok hizmetler etmeye istidat gösterdiği ve ulaştığı mertebenin gerçek bir ilerleme olduğu pek kolay ispat olunabilir.

      Yirmi sene evvel çıkan bir gazeteyi, içindekiler ne kadar ehemmiyetli olursa olsun beş yüz kişi okumazdı. Bugün yayımlanan gazete sayfalarının her nüshası evlerde, kıraathanelerden şehirlerde, kasabalarda en az on beş bin elden geçiyor. Yeni yazılan kitapları vatandaşın, on üç on dört yaşındaki yavruları zevkle okuyor; eğlenerek faydalanıyor.

      On seneden beri kadınlarımız arasında okuyucuların sayısı bire yüz arttı. İstanbul’da dükkâncılar, uşaklar gazete okuyor, hiç olmazsa dinliyor.

      Devlet hukukuna, vatan sevgisine, hamiyet feyzine, askerlik şanına ve harp olaylarına dair kısa bile olsa bilgi sahibi oluyor. Herkesin bilgi ufuklarında hasıl olan bu genişlik yeni tarz sayesinde değil midir? Milletin, vatanın korunması ve devletin istiklali; yoluna kanının en son damlasını, milletin en son akçesini sarf edecek kadar gösterdiği hamiyet coşkunluğunda vicdanlara tercüman olan neşriyatın edebiyat dilindeki tesiri kadar hizmet etmiş bir kuvvet var mıdır?

      Bu hakikatler meydanda iken bahis