içerisinde uğraşa uğraşa cismin ölümüne gıptayla hayret edilecek bir hâle geldikten sonra süfli alakalardan bütün bütün nefret edip de visale ermek için kadim cilvegâhına kadar çekilmek isteyerek o kirlenmemiş muhabbet zevklerini tiyatro sahnelerinden bir gönül ehlinin saf vicdanından kopup gelmiş hayal bahçesinin renkli çiçeklerine bürünmüş, etrafına hafif hafif tebessümler dağıtarak kavuşmak arzusuyla çırpınan iki bahtiyar âşığın kucaklarında kendisini nimete dalmış buluyor.
Tiyatro aşka benzer; insanı hazin hazin ağlatır. Fakat verdiği şiddetli üzüntülerde bir lezzet bulunur.
Tiyatrolarda temsil edilerek canlandırılması mümkün olmayan hiçbir fıtri teessür ve deruni duygu yoktur. Tabiattaki her gülünç olay gönüldeki her türlü kin ve garaz, sahnelerinde en canlı bir şekilde gösterilebilir.
Tiyatro dünyanın bir benzeridir. İnsanı doya doya güldürür. Fakat hatıra getirdiği tuhaflıklar bile tabiatın aczini gösterdiği için uyanık zekâlarda gülerken bile ağlamak istekleri uyandırır.
Başka bir yerde demiştim “Tiyatro eğlencedir fakat eğlencelerin en faydalısıdır.” Çünkü dilekleri ifadede görünen duyuların infial şiddeti ve nakletmekteki kuvveti beş duyunun hepsine üstün olan görmeye dayandığı için fikir ve vicdan iki vasıta ile tesirini yerine getirir. Bu sebeple tiyatrolar eğlendirici özelliğini kaybetmemekle beraber medeni memleketlerin inkılap ve ilerlemelerine neşriyatın bütününden fazla hizmet etmiştir.
Böyle âşkından ders okur gibi insanın birtakım ruhani zevkler içerisinde bilgi sahibi olmasına hizmet eden harikulade bir fikir vasıtası olan tiyatro neşir vasıtalarının en parlağı sayılmaya layık değil midir?
Avrupa’dan gelen en büyük siyasi ıslahat öncülerinin oradaki tiyatro kültürünün birer talebesi olduğu, en büyük vatanseverlerin tiyatro yazarlarının himmetiyle yetişmiş bulunduğu iddia ve ispat edilebilir. O ne ulvi bir eğlencedir ki siyasi fikirlere fesahat gibi bir zafer silahı veriyor. Vatanseverlik duygusu için ister istemez kabul edilecek ve uyulacak esaslar icat ediyor.
Tiyatronun ahlak bakımından tesiri o kadar denenmiş ki vaktiyle bir şair Eşafo ismiyle bilinen ve hizmeti, üzerinde adam idam etmek olan bir aleti sahnede göstermek isteyince, çağdaşlarından bir hâkim “Aman o melun vasıtayı sahneye çıkarmayın! Sonra ahali altına dört tekerlek takar da siyaset meydanlarında dolaştırmaya başlar.” demiştir.
Hele tiyatroların dilin güzelleşmesine olan hizmeti bir mertebedir ki Avrupalı talebeler üniversitelerde dil kültürü yönünden eksik kalan bilgilerini tiyatrolarda tamamlamaya çalışırlar.
İşte bu kadar çeşitli özellikleri içinde topladığından dolayıdır ki ileri Batı memleketlerinde tiyatro, edebiyatın diğer kollarından üstün tutulur hatta Avrupa’da en büyük ediplerin en güzel eserleri tiyatrolardır. Meşhur Volter her fende özellikle hikmet ve edebiyatta geniş bilgisi bulunan bir büyük âlim ve fakat tiyatroda, ikinci derecede bir şair sayılırken, külliyatının basımında piyesleri, eserlerinin bütününden öncelikle ele alınmıştır.
Diğer edebiyata nispetle tiyatro, fotoğrafa nispetle canlı gibidir.
Tarihten anlaşıldığına göre kültür hayatının bir buluşma yeri olan bu edebiyat mesiresine birçok medeniyet eseri gibi doğuda doğmuş olan hikmet pırıltısından biri olarak evvela Çin ve Hint taraflarında rastlanmıştır.
Hint’in Sanskri dilinde yazılmış ve Fransızcaya çevrilmiş “Sakuntala” isminde bir oyunu vardır. Her ne kadar bu, İskender’in galibiyet bayrağını Sind kenarına kadar götürdüğü ve üç kıtanın birçok kısmını Yunan’ın medeniyet eserlerine bir dereceye kadar mağlup ettikten sonra yazılmış ise de hayale ait motiflerde tavusları, papağanları andıran parlak parlak renklere, hayat zevkinde şifalı baharata, ilaçlara benzeyen tatlı tatlı acılıklara bakılınca; sırf o, toprağı cennet bahçelerinden, havası cehennem derelerinden alınmış olan benzersiz bir kıtanın feyizli büyütmesi ve keskin harareti ile vücuda gelmiş yerli mahsulünden olduğu açıkça anlaşılır. Hatta bir sahneye konulması da ormanlı, bahçeli bir sahracığa muhtaç olduğundan tertip şekli onun bütün bütün Yunan tiyatrolarını taklit durumundan uzak olduğunu ispat etmektedir.
Bununla beraber Avrupa’da mevcut olan tiyatroların kaynağı Yunanistan’dır. Birtakım araştırıcının bildirdiği gibi Yunanlılar bu edebiyat türünü Hint taraflarından iktibas etmiş olsalar bile, bu iktibaslarını taklit derecesinde bırakmayarak tiyatroyu kendilerine mahsus bir şekil ve hâle getirdikleri herkesçe kabul edilmiştir. Bir dereceye kadar Yunan kültürünün bir talebesi olan Romalılar bu edebiyat türünden istifade etmek istemişlerse de gayretlerini taklitçilik ve belki mütercimliğe hasretmişlerdir.
Zamanlarında kültür dallarından hiçbirinin nisvan köşesinde kalmasını şanlarına yakıştırmayan şerefli Arap kavmi edebiyatın bu kısmını da bütün bütün gözlerden uzak tutmuş olamazlar. Hatta “Nefhu’t-tayyip” Endülüs’te birtakım eğlence yerleri tarif eder ki tarihin ifadesindeki kısalıkla beraber oralarda da tiyatronun varlığını gösterir. Ne yazık ki Arap’ın o parlak medeniyeti doğuda zelzeleden müthiş, tufan kadar tahrip edici olan Moğol afetine uğradı. Batıda ise ateşten merhametsiz, taundan daha öldürücü olan Haçlı musibeti ile karşılaştı. Birkaç yüz milyon İslam içinde zuhur eden sayısız irfan sahiplerinin altı asırlık yükselme çağında meydana getirdikleri kıymetli eserlerden binde biri bile insanlık âleminin istifadesine intikal edemedi ki tiyatroda ne dereceye kadar gittiklerini gösterecek bir misal bulunsun.
İran edebiyatı içinde ise şiirin durumuna nazaran tabii ki tiyatro mevcut olamaz. Aydan denize erişecek kargıları içindeki gök aksini damla gibi gösteren kadehleriyle Acem hayallerini dünyanın neresine sığdırmak kabil olabilir ki İran’da tiyatronun bulunması mümkün olsun.
Avrupa’da ise vahşi kavimlerin her tarafı istilasıyla kültürün bütün kolları gibi tiyatro da geniş nisyan mâmurelerine çekilmiş, çok vakitler gözlerden uzak kalmıştır. Fakat on beşinci asrın sonlarına doğru İtalya’da, bir asır sonra İspanya’da ve İngiltere’de daha sonra Fransa’da bunu takiben de Almanya’da zuhur etmiştir. Bugün ise Avrupa Kıtası’nda hiçbir memleket yoktur ki tiyatroya malik olmasın.2
Bir edip, şiir ile musikiyi iki kız kardeşe benzetmiş. Medeni memleketlerde bulunan tiyatro sahnelerinden her biri o iki dilberden birinin gelmesi için süslü bir saraydır. Konunun esasen musiki ile alakası olmadığı için şu mukaddimede sözü yalnız şiir tiyatrolarının tertibinde cari olan kaidelere hasretmemiz gerekiyor.
Oyunlar, umumiyetle iki guruba ayrılır: Bunun birine “klasik” diğerine “romantik” denilir. Birinci sınıf oyunlar, bazı edipler tarafından birtakım kaidelere, ikinci sınıf ise sırf şevki tabiye tabidir.
Bizde tiyatronun ortaya çıkışından beri görülen oyunlar bütün bütün ikinci yolda yazılmıştır. Sonra bu yol dünyanın her tarafında olduğu gibi Osmanlılar içinde de layık olduğu rağbet ve kabulü görmüştür. Bundan dolayı birinci gruba dair uzun uzadıya meselelere girişmek lüzumsuz görünürse de bazı kimseler her neden ise seçilmiş bulunan tiyatro tarzını tabiatsızlık eserlerinden saydıklarından yazarlarımızın seçiş tarzında fikirlerinin isabetini ispat için iki sistemin mukayesesi yolunda bazı açıklamalar ortaya konuldu:
Birinci tarzda müellif için birtakım şartlar esir olmak lazım gelir. Bu şartlardan biri “konu birliği” denilen kayıttır ki tiyatro tasvirlerinde konunun cereyan şeklinde doğrudan doğruya lüzumlu olmayan her türlü engelden ve hatta her çeşit kelimeden tamamen sakınma zorunluluğudur.
İkincisi “zaman birliği” dedikleri tasavvurdur ki anlatılan hikâyenin cereyanı müddetince yirmi dört saatten fazla zamana ihtiyaç