Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

altından kıymetli bilen düşünce sahipleri aydınlar, ömrünün büyük bir kısmını öldürmek için gazete okumaya ayırmaz. Evladının terbiyesini hayatının muhafazasına tercih eden hikmet sahipleri çocuklarına zevzeklik için hikâye kitabı okutmaz.

      “Edebiyat-ı Cedide”nin daha doğrusu yeni edebiyatçıların uğradığı bir tariz de edip unvanına nail olmakla beraber hâlâ imla bilmemektir. Eğer ediplerimiz bu yersiz hücumu eski tarzın taraflarından görmüş olsalardı “Biz zaten manasını ve konusunu kaybetmiş ve devamlı kullanma ile telaffuzu bütün bütün değişmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe şivesinde yazıyorsak bunda da yine sizin ve hatta hocalarınızın tuttuğu mesleğe tabi oluyoruz.” derler ve sonra “Siz niçin “aybe”yi “heybe”; “druger”i “dülger” yazmakta serbest olasınız da biz “masal” yerine “mesel”; “çamaşır” yerine -manasız olarak- “câme-şuy” yazmaktan geri kalalım?” diye söylenirler ve haklarını her insaf sahibine teslim ettirirlerdi. Fakat imla bilmemek tarizi eskiye taraftar olanlardan gelmiyor; Türkçe kelimeleri üreme kaynağından ayırmamak için nevayî tarzının taklitçisi olmak ve dili zenginleştirmek için (homurdanmaya) kafiye tedarikine bir zaruret görünmüş gibi (umursanmak) yolunda birtakım tabirler icat etmek eğiliminden geliyor da onun için karşılığında “İstanbul’u Buhara’ya ve zamanı Baykara asrına çevirmek bizim yapabileceğimiz şeylerden değildir. Biz ileri gitmek için yedi sekiz asır evvelki hâllere tekrar dönmeye çalışırsak aradığımız netice ile teşebbüs ettiğimiz sebepler arasında gereklilik yerine tenakuza uğrarız.” demekle yetinmek lazım geliyor.

      Edebiyat-ı Cedide, eski tarz taraftarlarının da hücumundan kurtulamamıştır. Onların dediklerine göre yeni eserler iki büyük eksikliği içinde taşıyormuş. Bunlardan biri, kelime süslemeciliğinden uzak olması, biri de cümlelerin kesik kesik yazılmasıdır.

      Eski tarzda gördüğümüz kelime süslemeciliği alışılmamış kelimelerle, çoğu atf-ı tefsir sayesinde vücuda gelen kafiyelerden ibaret değil midir?

      “Lügatın tercümesi yanında

      Yer eder ehl-i dilin canında.”

      İki sayfalık bir yazı okumak için seksen defa “Kamus” veya “Burhan”a müracaat zorunda bırakılmak niçin maariften sayılsın?.. Garip sözlerle rengin manalarını gizlemek; güzel bir çehreyi allı, beyazlı düzgünlerle letafetten mahrum etmek demektir. Yine bir çirkin manayı kelimeyle süslemeye çalışmak ise bir zenci karısını telli pullu duvaklarla saklamak kabilinden olmaz mı?

      Arap ve Batı’nın hayal tasvircilerinin idrak bakışı önüne irfan nurundan yaratılmış, temyiz ruhundan yapılmış nice yüz bin nazende edebiyat örneği arzıendam edip dururken milletin gençlik hakkındaki düşüncelerinin ve duygularının o yürekler acısı zavallı şekillere esir olup kalması mümkün müdür?

      Cümlelerin kesikliğini tenkit edenler ise ilahi mucize olan Kur’an-ı Kerim’in kutsal fesahatına bir kere korkmadan baksalar tuttukları edebî yolun batıl olduğuna kolayca inanırlar zannederiz.

      Yeni eserler için yapılan tenkitlerden biri de bütün bütün bayağı, bütün bütün terbiyesizce ifadeler ve düşüncelerdeki geçerlikle beraber birtakım neşriyatta görülen cesurane cehalettir. Hakikatte herkes kabul eder ki bir millette edebî bir dil hasıl etmek için onu meydana getiren unsurların terkibi demek olan ifadelerini en aşağılık kimselerin konuşmalarından seçmek çocukların terbiyesini Ayvaza havale etmek kabilinden olur. Fakat insaf ile düşünülürse pek kolay anlaşılacağı üzere, dünyada nişan atmaktan âciz veya cinayete meyilli birkaç kişi bulunmakla, yeni silahların fena ve kötü olması lazım gelmeyeceği gibi yeni yazılmış bazı eserlerin hatalı ifadesi veya aşağılık temayülü yeni tarz edebiyatın mahiyetinden değil kötü kullanılmasından ileri gelmektedir.

      İnsan “Yuhkî bi-şekvetihi bi-elfi lisân” vasfına mazhar bir yaratık olmasına rağmen ifade eski tarzda kalmış olsaydı, o türlü bayağı ve cahilce söz yazmak isteyenlerin kalemlerine hiç şüphe yoktur ki kitâbetin irtibat silsilesi cüret kırıcı bir mâni olmazdı. Eskilerin eserlerinden “Köroğlu masalları”, “Küfri divanları” bu iddiaya kâfi delil sayılır.

      II

      Yeni tarzın zuhurundan beri her alanda yazılan kitaplar başka bir açıklık, başka bir hikmetli fikir peyda ve hatta dostlar arasında karşılıklı gönderilen kâğıtlar bile samimiyet namına ikiyüzlülükten, edep ve terbiye adına sahte yaltaklıktan kurtularak fikrin tercümanı ve vicdanın dili sayılabilecek bir meziyet hasıl etmeye başladığı gibi, edebiyatta üç yeni şube meydana geldi ki bunlar siyasi makaleler, roman ve tiyatrodur.

      Vakıa İstanbul’da neşriyat “Takvim” ile başlamış ve sonra buna “Ceride” de ilave olunmuştu. Fakat bunlarda bent denilecek bir şey varsa resmî ilanların bir diğer şekliyle yazılışından ibaret olduğu için memleketimizde resmî makalelerin zuhuru merhum Şinasi’nin eserleriyle neşriyatımızı süslediği zamanlardır.

      Edebiyatımız daha yeni doğuş hâlinde bulunduğundan tabii siyasi bahislerde Batı milletlerinin binde biri mertebesine varamadık. Şu kadar var ki onlar da neşriyatlarının başlangıçlarında edebî kısımların bu şubesinde bizim kadar bile genişlik ve sürat gösterememişlerdi. Hele o yolda olan neşriyatın münasebetlisi münasebetsizinden ayrılıp da bir yere toplanmak lazım gelse zannederiz ki altı yüz seneden beri yazılan kitaplar içinde bugün faydalanılması mümkün olanların hepsine üstün bir mecmua meydana gelirdi.

      Roman kısmını da yeni bir tür kabul edişimize şaşılmasın: Eski eserlerde “İbretnüma”, “Muhayyelat”, “Aslı ile Kerem” gibi birtakım hikâyeler vardı. Fakat geleneksel kütüphanemizde mevcut olan birkaç tercümeden anlaşılacağı üzere romandan maksat; geçmemişse bile geçmesi imkân dâhilinde olan bir olayı ahlak, âdetler, hisler ve ihtimallere dayanan her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmektir. Romanlara nadiren ruhani varlıkların karıştırıldığı vardır; lakin o türlü hayallere ne fikir ile müracaat edildiği meselenin tasvir şeklinden açıkça ortaya çıkar. Hâlbuki bizim hikâyeler tılsım ile define bulmak, bir yerde denize batıp müllifin hokkasından çıkmak, ah ile yanmak, külünk ile dağ yarmak gibi bütün bütün tabiat ve hakikatin dışında birer konuya dayandırılmış şekil ve tasvirden ibaret olup ahlaki tasvirler, âdetlerin tafsili ve duyguların izahı gibi edebî şartların bütününden mahrum olduğu için roman değil kocakarı masalı nevindendir. “Hüsn-ü Aşk” ve “Leylâ ile Mecnun” çeşidinden olan manzumeler de gerek konularına ve gerekse yazılış şekillerine göre âdeta birer tasavvuf risalesidir.

      Avrupalılar roman yolunu o derece ileri götürmüşlerdir ki bugün her medeni milletin dilinde ahlakça ve hatta bir dereceye kadar maarifçe istifade olunacak binlerce hikâye bulunabilir. Hele içlerinde Valter Skot gibi, Şarl Dikkens gibi, Viktor Hügo gibi, Aleksandır Düma gibi şöhretlerin bazı hikâyeleri asrımız medeniyetine iftihar kaynağı olan ölmez eserlerdendir (Şayanı hayrettir ki Viktor Hügo’nun “Les Miserables” adlı hikâyesi daha telif olunurken dokuz dile çevrilmiş ve Fransızca birkaç defa farklı şekillerde basıldıktan sonra bir de büyük boyda resimli basılarak yalnız bu çeşidinden yüz elli bin nüsha satılmıştır.). Bizde ise hikâye türü edebî mahsullerimizin en eksik yönüdür. Dilimizde lezzetle okunacak belki üç hikâye bulunamaz. Batı dillerinden aldığımız romanlar çoğu kez fena tercüme edilmiş, millî eserlerden sayılı olan hikâyeler ise ne kadar fena yazılmış ise birkaç kat da fena düşünülmüştür. Bendeniz de “Son Pişmanlık” adıyla bir hikâye yazmış ve maarif tarafından adı “İntibah” olarak değiştirildikten sonra yayımlanmasına muvaffak olabilmiştim. Hikâye; dilin mahiyetinin o yola olan yeteneklerini deneme yolunda düzenlenmiş ise de düşünce ve tasvirde bir zorluğa düşmemek için konusunu gayet sade tuttuğum hâlde, yine