ve perdeleri mükemmel olmadığı gibi oyuncular hareketlerinde zararsız fakat konuşmalarında seyir zevkinin yarısını yitirecek kadar kusurludurlar. Bununla beraber hayatın hakiki lezzetini bilenlere göre bu kadar noksanlarıyla beraber yine “Hayal” gibi kötü edebiyatı öğreten yerlerden bin kat daha ehvendir. Hayatımızın yarısı demek olan geceler boyunca ev hayatını hapishaneye çevirmek veyahut kahvelerde komşularla laklaka ile zaman kaybetmekten ise ne kadar kusurlu olursa olsun bir oyun seyri ile eğlenmek daha hayırlı olduğu için tiyatroya rağbet fazla değilse bile büsbütün yok da değildir.
Sonraları, yani bundan takriben beş sene önce bazı kalem sahipleri bir encümen yaparak tiyatromuz için eserler tertibini üzerlerine aldılar. Bendeniz de liyakatsizliğimle beraber aralarında bulunmuştum. Encümenin eserlerinden en evvel sahneye “Vatan yahut Silistre” konuldu. Bu oyun tiyatroyu bulunduğu durumdan kırk elli derece ileri götürmüş ve bundan başka “Silistre”nin ortaya çıkışı dilimizde o edebiyat türü için bir ilerleme çağına başlangıç olmuştur.
“Silistre” âcizane eserlerimden iken yukarıdaki sözlerin söylenişine cesaretten utanmayışım mazhar olduğu rağbetin övülmesinin nefsim için olmadığındandır. Çünkü oyunun hasıl ettiği neticeye sebep tertip şekli değil konusudur. Tiyatro sahnesinde o zamana kadar görülen şeyler çoğunlukla başka milletlerin ahlakı, örfleri, şekil ve süslemeleriyle örtülmüş birtakım kalbi hisler ve hikmetle dolu tenkitlerden ibaretti. Herkesin büyük teessürleri belki hayatının gayesi demek olan vatan sevgisi, Osmanlı silahının en şanlı eserlerinden bir hamiyet cihadının tarif edilmesi arasında seyircilere gösterilince, tabiatıyla tarihî mefahirimizin aksetmesinden dolayı tiyatroya millî faziletlerimizin aksettiği bir ayna nazarıyla bakıldı. O bakımdan rağbet ümitlerin bin kat üstüne çıktı.
“Vatan”ın doğuşu bir ilerleme çağına tarihî bir başlangıç olmuşsa da bundan sonra yeni yetişen kıymetlerin tiyatro yazmaya ve okuyucuların o yolda yazılan eserleri okumaya gösterdiği rağbettir ki bunun övünme hissesi de milletin güzel tabiat ve yüksek yaradılışına aittir. Bunda bendenizin hakkım olabilecek bir meziyeti varsa vatan evladının kahramanlığını en fazla övmek istediğim için birkaç garazkârın aldatmasıyla otuz sekiz ay bir bela zindanında vatanın harap olmasına çalışmış gibi çifte karakol altında baykuşlara, yılanlara şaşkın arkadaşlık ve sıtmalara, hummalara tecrübe tahtası olmaktan ibaret kalışımdır.
Avrupa’da iken bir zata yazdığım mektupta tiyatro hususunda olan fikrimi şu şekilde açıklamıştım:
“Bir güzel oyun okumak, oynandığını görmek kadar lezzet vermese bile yine roman mütalaasından iyidir. Çünkü oyunda hayat daha şiddetli tasvir ediliyor. Tamamlanmış bir şekilde gelen tarifler ve katkılar ise hikâyelerde olduğu kadar karışık olmadığından insanın üzüntüleri birtakım zevk kırıcı boşluklara uğramıyor.” İstanbul’da görüştüğüm edebiyatçılardan pek çoğunu bu fikirde bendenizle müşterek bulmuştum. Hatta tiyatromuz Avrupa’dakiler gibi mükemmel olmadığı için fikir teatisinde bulunduğum şahıslar oyunun seyredilmesiyle okuması arasındaki farkı bendenizden bile az buluyorlardı.
Tiyatro okunmasında millette hasıl olan rağbetin derecesini daha açık, daha genel bir başka delil ile de kati kanaate vardım:
Dilimizde şimdiye kadar yayımlanan hikâyeler içinde en fazla ilgi görenlerin birincisi değilse biri, değersizliği ile beraber “İntibah” idi. Hâlbuki âcizane eserlerimden yayımlanıp da oynanmayan tiyatroların gördüğü ilgi “İntibah”ı çok çok geçti. Galiba böyle bir tecrübe üzerine olmak gerektir ki Osmanlı edebiyatında imtiyazlı bir yeri bulunanlardan Hamit Beyefendi “Duhter-i Hintu”yu -tiyatronun temsilden doğacak yardımdan uzak olduğuna ilan ile beraber- sırf okunmak için yazılmış bir kitap gibi herkesin görüşüne arz etmiştir. (Duhter-i Hintu’nun okunmasından ise edebî aşinalığın lezzetiyle seyredilen oyunların pek çoğundan bir kat fazla zevk duyulduğundan eminim.) (…)1
Âcizane eserlerimden yayımlandıklarını söylediğim tiyatrolar “Gülnihal”, “Akif” ve “Zavallı Çocuk”tur ki Magosa dünya cehenneminde bulunduğum sırada basılmışlardı. O vakitler ise sürgün bulunanların galiba isimleri de kendileri gibi bir kaleden dışarı çıkmamaya mahkûm olduğu için hiçbirine imza koymak mümkün olamadı.
“Gülnihal”i, “Vatan”ın oynanmak üzere provaya verildiği esnada, “Zavallı Çocuk”la “Âkif”i de sürgünde karakol altında yazmıştım.
Birincisini çıkarmak her neden ise “Son Pişmanlık”ın başına geldiği gibi ismini “Raz-ı Dil”den, “Gülnihal”e geçirmeden yayımlamak izin olmadığından mümkün olmadı. Hatta “Son Pişmanlık”tan bile bedbaht imiş ki en mühim parçaları ve en güzel ibareleri düzeltmek ve fazla görünenleri çıkarmak gibi bir meziyet budalalığına uğradığından beni yayımladığıma ve belki yazdığıma pişman etti.
Gerek “İntibah”ta ve gerekse “Akif”le “Zavallı Çocuk”ta birtakım hatalar, noksanlıklar var ise de “Gülnihal”deki gibi mananın ruhunu öldürecek derecede değildir.
Yine Magosa’da iken “Kara Bela” isminde bir oyun yazmıştım ki iyi niyetime mükâfaten halkın hakkımda gösterdiği rağbeti aczimin kâfi derecede olmasından daha belalı gördüğüm için -zaman müsait olursa- yukarıda sayılan eserlerin düzeltilmişleriyle beraber neşrine cesaret edeceğim. Sürgün hayatımda zamanın ölümüne vesile olmak ihtimali ve heyhat!.. Belki geriye kalan isim gibi ebedî hayattan pek de aşağı kalmayan bir saadete bile hizmet eder gibi boş bir hayalle yazmaya teşebbüs ettiğim bir eser de şu mukaddimenin yazılmasına sebep olan “Celâl”dir.
Bu oyun kendi nevinden olan diğer âcizane eserlerim gibi bizim şimdiki tiyatroda oynanmak için yazılmadığından perdelerini lüzumu kadar çoğaltmakta, şahısları oyuncular kadrosunun müsait olduğu dereceye düşürmektense konunun icap ettirdiği miktara çıkarmaktadır.
Bu kalem hürriyeti bir de konunun ulviyetini içine aldığından “Celâl”i şu telif tarzında istediğim dereceye götüremedimse de yazdığım diğer tiyatroların fevkine çıktığımı zannederim.
Fransa’nın en büyük ediplerinden Kornev birçok tiyatrosu için yazdığı muhakemeler sırasında en aşağı bir eserini oyunlarının bütününe tercih etmişti. Bendeniz de “Celâl”i bu yolda olan hakirane eserlerime nispeten daha zararsız görmekte yanılmış isem bir küçük hatada bir büyük şaire benzeme ile teselli bulurum.
Bununla beraber “Kuzgun yavrusunu anka görür.” sözü sırf hakikat olduğundan mıdır nedir, şu tabiatın evladında göreceğine ümit-var olduğum rağbete velev zerre kadar olsun bir liyakat tasavvur ettiğim için okuyuculardan hüsnüniyetli bir bakış dilemek yolunda birtakım izahata girişmekten kendimi alamadım. Bu açıklamalar ise ilk iş olarak tiyatroya dair birtakım düşünceler ileri sürmeye ihtiyaç gösterdi. Vakıa gazetelerimiz ona dair pek çok şey söylemişti. Fakat güneş her gün doğarken ışığı kimseyi usandırmadığı gibi hakikat de tekrar tekrar parlamakla insana usanç getirmez inancındayım.
IV
Bir milletin ifade kudreti edebiyat ise edebî türlerin de en canlı timsali tiyatrodur.
Tiyatro; fikrin hayallerine vicdan, vicdanın yüceliklerine can, canın hayatına lisan verir.
Hayal, ulvi âlemler içinde araya araya güç ve kuvvetinden kesildikten sonra usanç inzivasına çekilip de etrafına uzun süren bakışlarla, hasretle özlemini sunduğu o nazenin, gönül çelen saadeti tiyatro sahnelerinde bir şairin tasavvurlarının güzel dünyasında yetişmiş bulmuş; tabiatın gizli hazinelerinin bin türlü marifet cevheriyle süslenmiş de göz aldatan salınışıyla perişan saçları letafet