Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

sahnelerde tecessüm ettirmeye uğraşa uğraşa hayal ve tasavvur âleminde bile benzeri bulunmayan bir edebiyat dünyası vücuda getirdi.

      Tasvir ettiği ahlak ve hisler, ihtiras ve fikirler o derece sayısız; ortaya koyduğu hüküm ve hakikatler, düşünce ve kurallar o derece çeşitliydi; işlediği güzellik ve zevk, hayal ve çekicilikler o derece renkli idi… Öyle ki Avrupa şairlerinden biri “Kudretin, tabiat-ı külliyeden sonra en azla mahsul vereni Şekspir’in mizacıdır.” methiyesi ile o yaradılış harikasının üstünlüğüne hayranlığını belirtmiştir.

      Şekspir’in tiyatro yazmakta kabul ettiği kaide ise seyircilerin eğlencesi neye dayanıyorsa o vasıtaları kullanmaktan ibarettir ki bu kaideyi yine bir oyun içerisinde münasebet düşürerek “Beni eğlendir.” tabiriyle kendisi ifade etmiştir.

      Sırası gelmişken şunu da beyan etmek lazımdır ki tiyatro eğlence ise de edebî bir eğlence olduğundan, yazılışında riayet edilmesi gereken bir şart var ise o da oyunun iki manasıyla edebiyata uygun olmasıdır.

      İşte bizim orta oyunları, birkaç asırdan beri memleketimizde mevcut iken tiyatroyu yeni bir çeşit addedişimiz orta oyununun bu şarta aykırı düşmesi sebebiyle tiyatro nevine dâhil olmadığındandır. Şekspir konu birliğine riayet etmez. Bazı kere yedi sekiz vakayı birbirine karıştırarak bir neticeye vardırır.

      Zaman birliğini de lüzumlu görmez. Otuz kırk senelik bir hikâyeyi ve hatta bazen bir zatın hayatı boyunca başından geçen hadiseleri bir oyuna sığdırır.

      Mekân birliğine de bağlı kalmaz. Bir tiyatroda yirmi beş otuz perde değiştirir. Sahneyi Roma’dan Yunan’a, Fransa’dan İngiltere’ye nakleder.

      Oyunları üç beş aralıkla kısımlara ayırmaz. Hatta zamanında basılan eserlerinde geçiş aralıkları bile yoktur.

      Trajediyi komediden ayırmaz. Bilakis birçok eserde en hazin meclisleri ferahlatıcı bir ruhla takip ettirir.

      Oyunları sırf nazımla yazmayı seçmemiştir. En ince hikmetleri, en sevdalı hisleri içinde barındırması dolayısıyla bütün eserlerinden ciddi ve ağır olan Hamlet’in bazı tarafları manzum, bazı tarafları nesirdir.

      Şekspir eğlendirme gayesini tahakkuk ettirdiği inancına, tabiata ve âdete aykırı düşme ve tahayyül kırma gibi boş düşüncelerle fazlasıyla alay eder ki perileri, ölüleri sahneye getirir. İnsan ile dostlar ile sohbet ettirir.

      Bu iki meslekten hangisinin tabii zevke daha uygun düştüğünü bilmek için tecrübeye müracaat edilirse alınacak netice şudur:

      1) Avrupa milletleri içinde şiir bakımından en fazla kabarıklık gösteren İngiliz, Alman ve İspanyolların en büyük şairleri eskiden beri tiyatroya dair eserlerini Şekspir yolunda yazıyorlar.

      2) Klasik usulü ilk önce kabul edenler miladın 17. ve 18. asırlarında yaşayan Fransız edipleri idi. Bunların içerisinde üç büyük şair vardır ki biri Korney, biri Molyer, biri Rasin’dir. Korney bazı oyunlarda konu birliğini, Molyer çoğunluk komedilerinde mekân birliğini terk etmiş olduğundan, Fransa’da tamamıyla o mesleğe tabi Rasin’den başka bir şair görünmüyor.

      3) Fransız dilinin Avrupa’da etki sahasının büyüklüğü, yine Fransız karakterinin inceliği diğer milletlerin onları taklit etmelerine sebep olmuştur.

      Tiyatronun ilk çağda doğuş yeri Yunanistan, son asırlarda yenileniş merkezi İtalya’da, sonradan İskandinavya ve İslav kavimleri arasında eskiden Fransız usulünde tiyatrolar yazılmaya başlanmışken sonraları Fransa’da dahi birçok edibin özellikle zamanımızda dünyaya kendini kabul ettirmiş olan Viktor Hügo’nun ortaya çıkışı üzerine, yeniden ve tamamıyla Şekspir yolunu tutmuşlardır. Şimdi artık Fransız mukallidi ve Odeon tiyatrolarında lisanın fesahatına hizmet için ara sıra sahneye konulan o eski oyunlardan başka dünyanın hiçbir tarafında klasik usule tabi olan oyun görülmemektedir.

      4) Yukarıda sayılan şartların batıl oldukları inancı öyle bir dereceye varmıştır ki yeni eserler arasında manzum eser pek az görülmekte ve oyunların çeşitliliği tertip ve taksimi mümkün olmayacak bir dereceye geldiğinden, o yolda olan eserlere sadece tiyatro veya oyun ismi verilmekle iktifa olunmaktadır.

      Tecrübeye dayanan bu dört delil olmasa bile, mademki dünyada zevke ait olan şeyler için bir üstünlük nişanı varsa o da milletin gösterdiği rağbettir. Şekspir mesleğinin her tarafta gördüğü rağbet, meziyetini ve hatta öbür mesleğe ait olan kaide ve şartların bütün bütün münasebetsizliğini tamamıyla ispata kâfi gelir.

      “Celâl”in tasavvur ve tasvirine gelince; umumiyetle oyunların mevzu ya tamamen hayal olur yahut bir tarihî vakaya dayanır. Âcizane eserlerimden “Gülnihal”, “Âkif” ve “Zavallı Çocuk” birinci; “Silistre” ile “Celâl” ikinci kısma girer.

      Yazar tamamen hayalî olan bir tertip konusunda hakikate uygunluk aramaktan başka hiçbir kayıt ile bağlı değildir. Konusunu tarihten alan oyunlarda tarih tasavvuru esastır. Yahut eserine hizmet etmek için ne lazımsa onu alarak hikâyenin diğer taraflarını istediği gibi, şahıs, hadise, hayal ve his ilavesiyle tezyin etmekte, lüzum görürse olayın tarihçe bilinen cereyan şeklini bile değiştirmekte serbesttir (Nitekim Almanya’nın en büyük şairlerinden Şiller, vaktiyle Fransa’yı İngiltere’nin istilasından kurtarmaya sebep olan ender rastlanır olaylardan Jan Dark’a dair bir oyun tertip eder. Biçare kızı İngilizlerin yaktığı tarihçe müspet iken Şiller, eserini, Jan Dark’ın muharebe meydanında yok olmasıyla nihayetlendirmiştir.).

      Bendeniz “Celâl”de olayın siyasi cereyanı bakımından tarihten hiç ayrılmadım. Mehmet Harzemşah’ın Tatar karşısında sükûnet denizindeki adaya kaçışıyla evlad-ü iyalinin esir olduğunu işitince kederinden ölümü, yine aynı zatın birinci bölümde gösterilen, başından geçen hadiseler; Terken Hatun ile Harzemşah ailesine Cengiz esaretinde uğrayan belalar topluluğu, Rükneddin’in Firuz Kûh’taki kahramanca hikâye ve onun nakil şekli; Celâleddin Harzemşah’tan ayrıldıktan sonra Ak ve Azrak Sultanların Tatarlar tarafından birleşme teklifi yapması; Celâleddin’in kahramanlığı, kuvvetiyle Harzem’den Sind’e varıncaya kadar Tatar’a karşı meydana gelen sayısız galibiyetlerin elde edilişi; Seyfeddin’in atına bir kırbaç vurulduğu için İslam ordusundan ayrılmakta gösterdiği nankörlük, dine ve millete karşı yapılan hıyanetin vebali; Celâleddin’in Sind Nehri’ni yüzerek geçmesi ve yetmiş kişi ile Hint’de bir ordu kurmayı başarması, Irak’a geldikten sonra sayısız zaferler ile tekrar şöhret ve istikbale kavuşması; o zamanlar Bağdat tahtına şerefsizce oturan Nasır’ın Cengiz’i teşvik ve Harzemli hanedanını zillete uğratan kötülükleri; Gıyaseddin’in bir sipahi çekişmesinden dolayı Melik Nusret’i idam ile kardeşini de düşman karşısında tek ve desteksiz bırakarak Bağdat ve Alamut taraflarını dolaştıktan ve hasıl olan gayeden ümitsizliğe düştükten sonra Kirman’a varması; nikâhın reddi ve kabulü çekişmesi ve fesat çıkarmak bahanesiyle, gerek Gıyaseddin’in ve gerekse annesinin Burak Hacib elinde yok edilmeleri; Celâleddin’in Gürcülere defalarca taarruz etmesi; Tebriz’de bulunan ve oyunda Mihr-i Cihan adıyla anılan melikenin Celâleddin’e âşık olması ve nikâh ile bunu neticelendirmek istemesi; Ahlat’tan dolayı Konya ve Şam padişahlarının Celâleddin ile çarpışması, bu muharebede Celâl’in rahatsız bulunduğu için istirahat etmek niyetiyle bir tarafa çekilmesi sonra askerin padişah firar etti düşüncesiyle etrafa dağılması, aradan biraz zaman geçer geçmez Azerbeycan’ı gafil avlayarak basmaları üzerine, nihayet Harzemşah Devleti’nin tamamıyla yok oluşu tarihten alınmış olaylardandır. Fakat her olay tabii birçok hayali şekil ilavesiyle tertip ve tafsil olunmuştur.

      Celâleddin’in son savaşına dair tarihlerde iki rivayet gösterilir. Rivayetlerden biri, o kahramanın Tatar ile uğraşırken bir İslam hükümdarı tarafından