Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

güzellik ve Şarklıların hayal gücündeki kuvvet ziyadesiyle karşılar zannederim.

      Oyunun yazılış şeklinde “Tatarlar, ellerindeki kırbaçları atsalar kalemizin hendeklerini doldurur.” veya “Bir Tatar karısı altmış erkeğimize mukabele ediyor.” gibi mübalağa için yazılmış kabul olunacak şeyler görünür. Hâlbuki bunların birincisi Mehmet Harzemşah’ın lisanından çıkmış sözlerden ve ikincisi tarihlerin ittifak ettiği rivayetlerlerdendir.

      Seyfeddin’in düşman karşısında padişah ordusundan ayrılmak gibi bir hıyaneti irtikap etmesi de akla pek uzak görünür. İhtimal ki hainin hareketine başka sebepler vardır. Fakat tarihin ifadesine göre Seyfeddin’in ihtilafa gösterdiği bahane at meselesi olduğundan, o kadar basit bir işi hareketinin asıl sebebini örtmek için meydana koymaktan utanmayan bir adam, öyle münasebetsiz bir sebep için, hıyanet irtikabından da çekinmeyeceğine göre bu hususta tarihin rivayetine hayalî bir vaka tertibine lüzum görmedim.

      Bu kadar ifadeleri ortaya döküşüm, bazı yeni çıkan fikirlere uyarak âcizane eserimi ister istemez halka beğendirmek için değildir. Yalnız Celâl’in uğrayacağı tenkitler hakkında hatırıma gelen birkaçını açıklamak istedim. Görmediğim veya anlayamadığım kusurları için yine okuyucuların hataları örten hoşgörürlülüğünü dilerim.

Namık KemalMidilli (1300/1884)

      ŞAHISLAR

      Mehmet Alâeddin: Devlet-i Harzem padişahlarından, Celâleddin’in pederi

      Celâleddin: Mehmet Alâeddin’in oğlu

      Gıyaseddin: Mehmet Alâeddin’in oğlu

      Ak Sultan: Mehmet Alâeddin’in oğlu

      Arzak Sultan: Mehmet Alâeddin’in oğlu

      Kutbeddin: Celâleddin’in oğlu

      Özbek: Ümeradan ve Celâleddin’in mahremlerinden

      Melik Nusret: Ümeradan ve Celâleddin’in mahremlerinden

      Orhan: Ümeradan ve Celâleddin’in mahremlerinden

      Nureddin-i Münşî: Ümeradan ve Celâleddin’in eshab-ı divanından

      Burak Hacib: Kara Hitay Devleti’nin müessisi

      Seyfeddin-i Irakî: Harzemşah ümerasından

      Bedreddin-i Amîd: Harzemşah ümerasından Emir Nuştekin: Harzemşah ümerasından

      İmad’ül Mülk: Harzemşah ümerasından

      Hadım Han: Harzemşah ümerasından

      İzzeddin-i Kazvinî: Mihr-i Cihan’ın mahremi

      Kıvamüddin-i Bağdadî: Tebriz kadısı

      Süleyman: Melik Nusret badehu Burak Hacib tevabiinden

      Cabir: Burak Hacib’in mahremlerinden

      Mübarek: Mihr-i Cihan’ın hadım ağası

      Neyyiret’ül İkbal: Celâleddin’in ilk haremi

      Mihr-i Cihan: Celâleddin’in ikinci haremi

      Zahire: Gıyaseddin’in validesi

      Hizmetkârlar, askerler, hadım ağaları, cariyeler… Gaipten bir ses…

      BİRİNCİ FASIL

      BİRİNCİ PERDE

      Ab-ı Sükûn Adası’nda şahane fakat eski bir çadır

      Birinci Meclis

      Celâleddin, Neyyiret’ül İkbal

      NEYYİRE: “Güneş cemalin -akşam bulutu gibi- üzerine çöken şu matem renginden ne zaman kurtulacak? O çehre de bir vakitler nevbahara benzerdi. Daima etrafına nurdan dökülmüş şafaklar, tebessümden yapılmış goncalar saçardı. Kim bir kere bakarsa gönlü safa-yı ruhani, gözleri eşk-i meserretle dolardı. Güneş tutulduğunu gördüm de yine o kadar nurani bir cemalin böyle karanlık bir renk bağlayabileceğini hatırıma getirmezdim. Bir kerecik, bir dakikacık olsun gülmez misin? Neyyire’ne, bir vakitler, yanında can bulmuş bir meserret gibi gördüğün Neyyire’ne bakıyorsun da -yaralı aslan, oku ciğerine saplamış olan sayyadını seyreder gibi- gözlerinden ateş, dudaklarından gazap dökülüyor. Feleğe baş eğmez iken bir vakit benim için padişah pederinin ayaklarına kapanıp da Fars saltanatını hanedanında ipka ettirmiştin! Şimdi gönlünde o meylin, o teveccühün zerre kadar olsun, eseri kalmadı mı?..”

      CELÂLEDDİN: “Bir zerresi bile zail olmadı! Seni birinci görüşümde ne kadar sevdimse her yüzüne baktıkça bir o kadar daha seviyorum.”

      NEYYİRE: “Öyle ise çehrende bu mahzunluk nedir? Dünyada muhabbete mağlup olmayacak bir elem mi var? Bu cihanın gamını yine cihana bıraksak da yine yalnız muhabbetimizi düşünsek olmaz mı? İşte böyle bir musibet zamanına düştük! Hayat, vücudumuzdan hiç ayrılmayacak gibi duruyoruz. Felek, bela günlerinin dakikasını yıllar, saatini asırlar kadar uzatıyor. Biz de onun rağmına vaktimiz ne kadar ağır geçerse ömrün en büyük lezzeti olan sadıkane muhabbetten o kadar ziyade istifade etsek de felekten layığıyla bir intikam alsak ne olur? Yüzüme öyle mahzun mahzun bakma! Biz istersek felekten intikamımızı alabiliriz! Kendi vicdanımız, kendi kendimiz bizim için dünyada her bahtiyarlığı temine kâfidir. Ah, bilmem nasıl oluyor da kalbinde bir koca âlemin ne kadar kederi varsa hepsine yer bulunuyor da benim gönlüm yalnız seninle dolmuş! Senden başka bir şey kabul etmiyor! Hatırınıza gelmez mi? Biz ne vakit görüştük? Bilirsiniz ya!.. Kılıçlar, şafak zamanı doğmuş hilal gibi, kanlar içinde parlamaya; mızraklar, kanını içmek için vücuduna yapışacak mahluk gözeten ejderler gibi, titreye titreye başını doğrultmaya; oklar, içinde saklanacak gönül bulmak için meydana atılmış muhabbet gibi, karşısına tesadüf edenleri ta can evinden vurmaya; filler, şiddetli bir zelzeleye tutulmuş da askeriyle, silahıyla beraber, yerinden oynamış kale burcu gibi taşlar, demirler, oklar, harabeler, naralar, vaveylalar saçarak üzerimize yığılıp gelmeye başlamış idi.” (kendi kendine) “Acaba taciz mi ediyorum?”

      CELÂLEDDİN: “Söyle! Söyle! Hep senin kadar sevdiğim hâlleri gözümün önüne getiriyorsun!”

      NEYYİRE: “Pederim, kavgaya giderken beni de yanına almıştı. Merhume validem, biçare kadın, bilseniz ne kadar muzdarip oldu? Ne kadar telaş etti! ‘Hiç on sekiz yaşında kız kavgaya mı gider? İki erkek evladım var. Beraber götürüyorsunuz. Biri zırhınız, biri siperiniz olsun! Vücutları oktan, kandan etrafına dallar salıvermiş de baştan ayağa kadar güllere gark olmuş fidana benzesin! Yine iftihar ederim! Fakat kızımdan ne istersiniz? Onu bana bırakın! Ah!.. Erkek çocuk doğururuz. Yedi sekiz yaşına girer girmez yüzlerini görmeye hasret oluruz! Şimdi kızlarımızı da bütün bütün zapt edeceksiniz! Demek, valideler çocuğunu, kız olsun erkek olsun, karnında taşıyacak. Koynunda büyütecek. Hastalanırsa her gece sabaha kadar yatağının ayak ucunda; ölürse her gün akşama kadar mezarının baş ucunda ağlayacak; yine emir ve nehiy, tasarruf yalnız pederlerde olacak…’ diye şikâyetler etti. Ağladı. Yalvardı. Ayaklarına kapandı. Bir türlü tesir ettiremedi. Onun gürültüleri, feryatları bittikten sonra pederim hafif bir tebessüm etti. Siz de görmüştünüz ya! Merhume, cevapsız kalır zannetmiş. Bir söze mukabele ettiği vakit ne kadar hafif gülerdi! Yine öyle güldü. ‘Padişah neslinden gelenlerin şanı, her türlü fedakârlıkta halka numune olmaktır. Ben evladımı, velev kız olsun, devletime feda etmeye mecburum. Ben kızımı muhataraya atarsam herkes oğlunu ister istemez silah önüne teslim eder.’ dedi. Yine validemin yüzünde bir rica emaresi görünce, ‘Kadınlar, padişah işine karışmaz!’ diye bir kere bağırdı. Tüyleri ürperdi.