Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

“Pederim o kıyafetine girdi! Nineciğim bütün bütün şaşırdı. Sanki dudakları, kirpikleri birbirine yapıştı! Ne bir lakırtı söylemeye, ne bir kere yüzümüze bakmaya cesaret edebildi! Hemen yerinden kalktı. Harem kapısına doğru yürümeye başladı. Ben, bütün bütün hayret içinde kaldım! Peder de yerinden davrandı. Mabeyn tarafına doğruldu. Döndü, bir kere yüzüme baktı. Sanki onun gözleri kehribardan, benim vücudum çöpten imiş gibi, ihtiyarsız arkasına düştüm. Muharebeye, ne kadar nefret, ne kadar azap içinde geldiğimi ben bilirim! Sanki boynuma zincirler taktılar da beni iki yüz saatlik yere taşlık üzerinden, çalılık arasından sürükleyerek getirdiler! Meğer, benim bu telaşım, çocukların ademden vücuda gelirken o zaman ettikleri feryatlar kabîlinden imiş! Meğer, Cenabıhak bana asıl hayatı o zaman nasip eylemiş de istikbaline çıkıyormuşum! Meğer, pederim bu biçare vücudu iki İslam devleti arasında barışıklığa, akrabalığa hizmet edebilir diye oralara kadar ihtiyat için götürmüş! Meğer Celâl’ime orada nail olacakmışım! Ah! Bozgunluk! Benim gibi anasının koynundan yeni ayrılmış kızlara ne kadar dehşet veriyor! Orasını bir türlü tasavvur edemezsiniz. Atlılarınızın hangisine baksam ölüm canlanmış da koşa koşa üzerime doğru geliyor sanırdım! Pederimi gördüm. Kendini bin kılıcın, bin kargının üzerine atıyor, birkaç yerinden yaralanmış, arkasındaki hilatı kan damlalarından kaplan postuna benzemiş. Hava kararmış. Gökler Cenabıhakk’ın gazabından mahluk bir cehennem gibi korkunç korkunç gürler. Yerler, evladının kanı yüzüne gözüne dökülmüş bir valide gibi acı acı inler. Her dakikada bir yıldırım, ateş renginde yaratılmış bir ejderha gibi büküle büküle bulutları yırtarak ya bir ağaca ya bir kargıya çarpar. Yüz binlerce adam zırhlar giyinmiş, sanki zırh giyinmekle gönülleri de demir kesilmiş, can almakta Azrail’le yaraşırlar. Bu tarafa bakarsın! Bir delikanlı yaralanmış, eceliyle güreşe güreşe ölüyor! Öbür tarafa bakarsın! Bir asker başkasının yakasına sarılmış güya kendi ruhu imiş de elinden kaptırmış gibi bin hırsla, bin gazapla canını almaya çalışır. Nereye baksan oklar, yaralılar, kargılar, mevta, kılıç, kan, fil, ateş, mancınık, yıldırım!.. Peder görünmez; biraderler yaralarından adam mıdır değil midir fark olunmaz. Valide, dünyanın öbür köşesinde, hizmetkârlar meydanda canıyla uğraşır. Cariyeler dehşetten bayılmış yerlerde sürünüyor. Rüzgâr çadırın bir tarafını götürmüş, vücut soğuktan, yağmurdan hazan yaprağı gibi titrer. Yok, insan korkudan, kederden ölür derlerse yalandır! Eğer gerçek olaydı ben, o gün bir dakika sağ mı kalırdım?”

      CELÂLEDDİN: “Ah! Bilir misin ki bir mert; öyle bir bela, öyle bir dehşet içinde bulunur da kendini, dostunu ve belki -bazı kere- düşmanını çekişe çekişe mevtin pençesinden kurtarmaya çalışırsa ne kadar ömrü artar, nasıl gönlü açılır?”

      NEYYİRE: “Bilirim! Seni o muharebenin, o kıyametin arasında gördüm de onun için bilirim! Hâlâ gözümün önündedir. Ordu yerine gelen asker, çadırın iplerine sarılmış idi. Oklar -ağaca hücum etmiş arı topu gibi birinin başı birinin kanadına yapışırcasına birbirine sıkışarak- vızlıya vızlıya etrafımda dolaşmaya başladı. Ben dakika dakika Azrail’i beklerken karşıdan kasırga gibi bir duman peyda oldu. Daha duman birkaç yüz adım uzakta iken yolumun uğrağında her ne varsa rüzgârından perişan oldu. Bir de duman yarıldı. Ne göreyim? Meğer o kara buluttan bir mehtap! Mehtap değil, gül çehreli, insan kıyafetinde bir melek saklı imiş! Bir melek ki insan kıyafetine girmiş de yine melekliği yüzünden akıyor. Gözlerimi bir türlü cemalinden ayırmak mümkün olmadı. Dalmışım… Hayran hayran hâlini, tavrını seyrediyordum. O kadar dalmışım ki çadırın önüne dökülen kanlar ayağıma gelmiş, eteklerime bulaşmış da haberim yok! Bir de hemen gözümün önünden kayboldun. Gittin! Hâlimi unuttum. Seni aramaya başladım. Etrafıma göz gezdirir dururken kulağıma bir dilfirip sada geldi! Meğer yanıma gelmiş de taht-ı revanımı emredermişsiniz! Yüzünüze baktım. Bütün bütün gaşyoldum! Vücudumun bir yerini hareket ettirmeye iktidarım kalmadı. Hatta bilirsiniz ya, dudaklarımı oynatıp teşekkür için bir kelime olsun söyleyememiştim. Aramızda topu topu üç beş adım yer vardı. Değil mi? Yüzünüze baktığım anda can evime bir ok atmış olaydın, mümkün değil, kalbime muhabbetinden evvel yetişemezdi! Zalim, sanki beni esir etmedin, öyle mi? Hangi cariyen benim gibi sana kulluk eder?”

      CELÂLEDDİN: (latife yollu) “Azat olduğunu mu istiyorsun?”

      NEYYİRE: “Allah esirgesin! Ben anlıyorum. Siz benden saklıyorsunuz. İhtimal ki yüzünüzü güldürebilirim diye, ömrümde bir kere latife edecek oldum. Mukabilinde beni ağlatıncaya kadar çalışacaksınız!”

      İkinci Meclis

      Evvelkiler, Kutbeddin

      KUTBEDDİN: “Valideciğim! Niçin gözleriniz dolmuş? Evvel benim gözlerimde bir damla yaş görseniz darılırdınız! Dünyanın hâli değişti ise nineler ağlayacak, çocuklar susturmaya çalışacak kadar da mı değişti?”

      NEYYİRE: “Gözlerim mi dolmuş? Belki toz kaçmıştır. Her gözü sulanan ağlamaz. Haydi aslanım! Dışarı git de eğlen! Ok at! Kılıç vur! Şiir oku! Elbette bir şey bulur eğlenirsin değil mi? Burada canın sıkılmıyor a iki gözüm?”

      KUTBEDDİN: “Padişahım himmetinde, pederimin, validemin yanında iken neden canım sıkılsın?” (Kutbeddin çıkar.)

      Üçüncü Meclis

      Celâleddin, Neyyire

      CELÂLEDDİN: “Bir latifemi bile çekemiyorsunuz…”

      NEYYİRE: “Öyle ayrılıkla latife mi olur?”

      CELÂLEDDİN: (kendi kendine) “Çehresi âdeta ölü rengi bağladı. Yine güzel, ruhtan, hayattan güzel!” (Neyyire’ye) “Dünyada senden sıkılmak, senden ayrılmayı istemek benim için mümkün müdür? Allah aşkına öyle hatıralara, öyle vahimelere aldanma da bir kere gönlüne sor! Bir kere vicdanına dikkat et!”

      NEYYİRE: “Yok! Allah’ın aşkına yemin veriyorsunuz! Yalan söylersem korkarım. Cezasını muhabbetimde bulurum! Hâline baktıkça hatırıma bin vesvese geliyor. Fakat gönlüm bir türlü benden sıkıldığına, beni sevdiğine kail olmuyor. Allah’ım cemalinle bana tecelli etmişsin! Öve öve bir kul yaratmışsın! Bir hâlde yaratmışsın ki yüzünü Mecusiler görseler güneşi bırakır buna taparlar. O kuluna da beni nasip ettin! İnsan kadar âciz bir mahluk arasında “Celâl” kadar ali bir vücut yaratan kudretine, o kadar mümtaz yarattığın bir kulunun gönlünü “Neyyire” gibi değersiz bir biçareye meylettiren merhametine, topraktan, dikenden gül yetiştirdiğin gibi benden de Kutbeddin gibi bir melek vücuda getiren azametine sığınıyorum. Beni Celâl’imin muhabbetinden meyus, iltifatından mahrum etme!”

      CELÂLEDDİN: (Neyyire’ye) “Ne kadar hazin, ne kadar garip dua ediyorsun? İşte beni de kendine benzettin! Kutbeddin görse âdeta ağlıyor zannedecek! Pederim, dünyanın en büyük padişahlığını kaybettiği zaman gözlerim bu kadar yaşarmamıştı!”

      NEYYİRE: “Ah! Yine saltanat, nazarınızda saltanattan başka bir şeyin kıymeti yok! Padişahlığınız değil, padişahlık ümidiniz muhataraya düşmüş; dünyada söyleyecek ne varsa birisi gözünüze görünmüyor.”

      CELÂLEDDİN: “Çocuk, ben kendim için mi teessüf ediyorum? Ben saltanat sürmek için pederimden memleket bulmaya mı muhtacım?.. Ecdadıma o mülkü kazandıran kılıç, acaba, benim elimde bir iş görmez mi? Şu daha düşman yüzü görmeden böyle bir vücut âlemi içinde bir adem köşesi bulacak kadar korkmakta maharet gösteren babam kadar olsun yer zapt etmeye muktedir değil miyim? Onun zapt ettiği yerlere padişahlığım kifayet etmez mi? Cihan mülkü sahihan bir tırnağına değmeyen Neyyire’min başına yemin ederim ki Celâl elinde birkaç kılıç, göğsünde