ziyade hizmet etmiş, bin türlü güç yetmez meseleler içinde o dinin dipdiri mucizesi kabul edilecek kadar harikalara mazhar olmuş büyük irade sahibi bir zatın ruhundaki yücelik ve meziyeti tasvir etmek arzusunu göz önüne getirdikçe, fikrin büyüklüğü gönlümü bir ürperme ve dehşet içinde bırakırdı. Hatta tiyatro nevinden olan diğer âcizane eserlerimin en büyüğünü yazmak için bir haftadan fazla uğraşmadığım hâlde bu telif elimde yıllarca süründü. Mamafih vicdan, o büyüklüğün hasıl ettiği şiddetli şevk ve arzuya galebe edemeyerek eserimin tamamlanmasına cesaret ettim.
Celâleddin her ne kadar Şark padişahlarından ise de hakikatte İslam kahramanlarından olarak, onun ahlakını tasvir, İslam ahlakını kaleme almak demek olduğundan, merhumdan bahseden bu eserde İran ve Turan’ın fikir ve âdetlerine göz nuru dökmek âcizane kanaatimce abes göründü. Binaenaleyh Celâleddin’in sembolik varlığı yalnız kendi zamanıyla kaim bir terbiyenin değil, kendi devrinden kıyamete kadar devam edecek bir terbiyenin, din gayreti ve memleket idaresinde misli görülmemiş örnek bir eseri olarak tasvir edildi. Oyunun sonlarına doğru Celâleddin’in çelik metanetinde bir dereceye kadar tenakuz eserleri görülmeye başlar ise de bu değişikliğin neticeye varmak için ne kadar tabii bir şey olduğu en küçük bir mülahaza ile anlaşılır.
Celâleddin’in yüksek ahlakı, mertçe tavırları ile temayüz etmiş, şanlı ve şerefli bir hanedana mensup olduğu ve ailesinin birçok efradının ilmî olgunluk ve şairane tabiata sahip olduğu, tarihçe apaçık bir hakikat olduğundan merhumun manevi çehresinin tasvirinde bu irsî tabiatın yeri geldikçe hakkı verildi.
Övdüğüm bu şahsiyetin, yetiştirdiklerinin olgunluğuna örnek olmak ve olayın parçalarını birbirine bağlayarak cereyanına kolaylık sağlamak için çizdiğim dört hamiyet timsalinden Özbek’i Celâleddin’in fedakârlığından ve kahramanlığıdan; Orhan’ı askerî tedbirlerde üstün kabiliyetiyle zamanın kötü cereyanlarına karşı duyduğu şiddetli nefretten; Melik Nusret’i büyük gönüllülüğünden ve yiğitliğinden; Nureddin’i hakikatleri kavrayışı, hikmetli düşüncelerinden istifade ile yetişmiş göstermek istedim. Harzemşah devletinin padişahları, şehzadeleri gibi devlet ümerası da umumiyetle bilgili kimseler olduğu için sözlerini de tarihlerde kayıtlı olan kendi sözlerine dayandırmak istedim.
Bu dört zatın, her birine ayrı bir meziyet verilmekle beraber, feyiz kaynakları, İslamiyetten ve terbiyeleri aynı hamiyet mesleğinden olması dolayısıyla birinde mevcut olan faziletleri, diğerlerinde de mevcut ve fakat her birinin şahsına münhasır olan büyüklüklerini diğer meziyetlere üstün bir özellik olarak gösterdim. Bir de tâbilerin esas örneğe bütün bütün benzememesi için, Özbek’in fedakârlığını, kahramanlığını telaş ve infial ile Orhan’ın askerî mahareti ve kötülüğe olan nefretini, harp tertibatı ve suçluların cezalanması işinde fazla şiddeti ile Melik Nusreddin’in yiğitliğini, büyük gönüllülüğünü lüzumsuz bir heyecan ile Nureddin’in hakikati kavrayışını, hikmetli düşüncesini kaideye karşı fayda aramasındaki küçük zaaf ile değiştirdim.
Özbek, Orhan, Nusret ve Nureddin’in şahsiyetlerinin mahiyeti ilk bakışta birbirine benzer gibi görünürse de yukarıda arz ettiğim incelikler düşünülünce şahıslar birbirini andırır ve fakat hiçbiri diğerine benzemez, dört kardeş gibi birkaç hususi işaretlerle birbirlerinden ayrılmış oldukları anlaşılır.
“Ravzat’üs-Safa”da Melik Nusret’le Gıyaseddin’in sipahi macerası, şu suretle yazılmıştır: “O sıralarda Gıyaseddin’in çavuşlarından bir şahıs ki;Melik Nusret’in huzurunda olup onun en ileri gelen nedimlerinden idi. Gidip onun yanında bulunmaktan çekinmiş idi. Sultan Gıyaseddin bunu kalbinde gizliyordu. Bir gün şarap meclisinde Melik Nusret’e hitap etti ki: ‘Niçin bizim yakınlarımızı hizmetine aldın?’ Melik Nusret latifeyi çok sevdiğinden, latife tarikiyle söyledi ki: ‘O memura hizmet etmek için ekmek vermek lazımdır.’
Tarihin bu ifadesine bakılırsa Melik Nusret’i yiğitlikle, büyük gönüllülükle değil, zarafet ve letafete meyli ile tasvir etmek lazım gelir.
Ve bu suret ise tebessüm eden bir çehre ile bir eğlence parçası vücuda getireceğinden o cihet ele alınırsa âcizane eserim dış görünüşte daha da parlak olabilirdi. Celâleddin gibi İslam’ın faziletlerini üzerinde toplayan bir şahsın azamet ve hamiyet dolu meclislerine mizahı yakıştıramadığımdan ve bu türlü eser tahayyülünde ise hakikatin kendisinden ziyade hakikate yakışanı tercih etmek gerektiğinden Nusret’in latifeciliğini, o yaradılışın yakınlarından olan büyük gönüllülüğü ile değiştirdim.
Tabiat itibarıyla her hadisenin bir sevinçli tarafı olması lazım gelirse de Celâl’in konusunda olan ulviyet ve ciddiyete bakarak eğlencesini Mihr-i Cihan’ın âşıkane ifadelerindeki sevinçle Burak Hacib’in ifadelerindeki hıyanetine, insanın tabiatıyla alay eder gibi gösterdiği zehirli gülüşü koymak mecburiyetinde idim.
Konunun seyrine uyarak hareketleriyle alakalı sahifeler doldurmaya mecbur olduğum Nasır-ı Abbasi ve Melik Eşref-i Eyyubi ve Sultan Keykûbat-ı Selçuki’nin mahiyetlerini belirtmek için yazılan sözlerin esasları tamamen tarihten alınmış ve açıklamalar bu esaslardan ortaya çıkarılmıştır. Gıyaseddin’in ahlakını; bir hizmetkâr çekişmesi için katilliği, bir zarar gelir vehmiyle biraderine karşı müşrike muhabbet göstermeyi irtikap etmesinden çıkarmıştım. Burak Hacib’in elinde nasıl yok olduğuna dair bir tafsilat göremedim. Hakkında tasavvur ettiğim eziyetler ise kötü işlerine nispetle pek büyük şefkat eseri kabul edilebilir. Fakat o derece alçak bir insan için dünyada her ne yapılsa ölüm kadar müthiş olamayacağından, canı için daha fazla tesiri olmayacak ve binaenaleyh düşünenlerin öç alma duygusuna hizmet edemeyecek birtakım vahşiyane işkenceler tasvir edip de hakkıyla ceza gören adamı merhamete şayan bir hâlde göstermek istemedim.
Dünyaya Celâl ile Rükneddin gibi iki yaradılış mucizesi yetiştiren bir aileden bir de Gıyaseddin gibi birinin zuhur ettiğini düşündükçe insan aklının duracağı gelir. Ne çare ki Gıyaseddin’in hakkında olan rivayetler tarihin anlattıklarındandır ve böyle akla sığmaz garibeler daima gördüğümüz hâllerdendir. İnsan ile akrebi aynı doğurucu özellik vücuda getiriyor!
Burak Hacib’in alçaklığını, padişahın haremine göz dikmek, velinimeti olan evladının canına kıymak, milletinin yarısından fazlası Tatar’ın zulüm kılıcı ve kahır ateşiyle mahvolup giderken henüz yıkılan İslam devletinin enkazından kendine bir saltanat sarayı tesisi ile uğraşmak ve İslamiyet iddiasından uzak olmadığı hâlde gasp ettiği yerlerle beraber Tatar’a karşı bir kere kılıç çekmeksizin Oktay’a tabi olmak hususlarındaki melanetinden anladım. Mamafih çehresinin hususiyetinde görülen özel tavır, tarih malumatından değil, hayal âleminin mahsulatındandır.
Seyfeddin’in hareketleri ile Bedreddin-i Amîd’in, Emir Nuştekin’in, İmad’ül Mülk’ün, Hadım Han’ın vasıfları tamamen tarihten çıkarıldı.
İzzeddin-i Kazvinî ile Kıvamüddin-i Bağdadî’ye dair tarihin verdiği malumat yukarıda arz olunan fiiller ile İzzeddin-i Kazvinî’ye şeriat namına hilekârlık, Kıvamüddin-i Bağdadî’ye ise bilakis dürüstlük isnadından ibarettir. Bendeniz ise olayın cereyan şekline nazaran İzzeddin’in hareketini, İslam arasında parçalanmayı önlemeye çalışma ve Kıvamüddin-i Bağdadî’nin muhalefetini Nasır veya Atabek taraftarlığı ile menfaat yeri bulma fikrinden ileri gelmiş olmasını hem ihtimale daha yakın hem de eserin fikrine daha uygun bulduğum için olayı o şekilde anlattım. Mamafih İzzeddin’in seçtiği tavırdaki noksanlıklar ile Kıvamüddin’in tavrındaki ağırlığı da gözden uzak tutmamaya çalıştım. Bunların elçilik ve konuşmaları ile fikir ve hareketlerine dayanan noksanlıklar bütün bütün hayal eseridir.
Ehemmiyetleri ikinci, üçüncü derecede