Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

diğerinin tutkunluğu ise mefahire ve üstünlüğe dayandığı için iç dünyaları bakımından bütün bütün birbirine zıttırlar. Mamafih Celâl nazarında aralarında bir fark görmemek oyunu meydana getiren asıl sebepten olduğundan, öyle iki ayrı kaynaktan çıkan hislerin Celâl’e karşı gösterdiği davranışları mümkün olduğu kadar birbirine yakınlaştırdım.

      Zahire için tarihin verdiği bilgi Barak Hacib olayına dayanmış, his ve ahlakla ilgili, oyunda ne kadar açıklama görülürse hepsi tasavvur eseridir. Bunda kabul ettiğim madde ise annelik şefkatinin nefret duygusuyla çekişmesinden meydana gelen birtakım birbirine zıt üzüntüleri göstermek idi. Maksada ulaşamadımsa kusur niyette değil, iktidarsızlıktadır.

      Şurasının da özellikle açıklanmasına lüzum görürüm: Her biri bir hanedan içinde yetişmiş bu üç iffet numunesine isnat ettiğim kültürlü ifade ve şairane mizaç, eğer dünyanın her tarafında olan kadınlar bizim kadınlara kıyas olunursa gerçi hakikate zıt gibi görünür. Fakat dikkat etmek lazımdır ki o zamanlar İran ve Turan’da ve belki İslam memleketlerinin her tarafında öğrenim bakımından kadınların erkeklerden hiçbir farkı yoktu. Hatta yakın zamanlara kadar İran’da ne kadar erkek şair görülürse hemen o kadar da kadın şair mevcut idi. Bu bakımdan anlatımda o derece meziyet göstermesem yalnız oyunun zevkini değil, tarihin seyrini de ihlal etmiş olurum.

***

      Celâl’in yazılış şekli de bazı açıklamalara lüzum gösterir. Yunan mesleğine göre bütün dramlar ve Şekspir tarzına göre böyle ciddi ve mühim oyunlar daima şiir ile yazılmaktadır. Şekspir yolunda bile oyunu nazım ve nesirle karışık yazmak yalnız Şekspir’e mahsus olan hâllerdendir. Bu anlayışa göre letafet ve tesirde de şiirin üstünlüğü sebep gösterilir. Hâl böyle iken bizim şiirimizde olan imkânsızlık yüzünden tiyatroya müteallik olan âcizane eserimin ve özellikle Celâl’in manzum olarak tertibine muvaffak olamadım.

      Malum olduğu üzere, bizde nazım usulü lisanın tabiatına tamamıyla aykırı olarak ifadenin güzelliğini bütün bütün ihlal etmedikçe, alışılmış olan tabirlerimizin yüzde birini şiirde kullanamayız. Kullandığımız tabirleri de ya vezne veya asli telaffuza tatbik için huruf ve harekâtında yaptığımız imaleler ile lisanın şivesinden büsbütün çıkarmaya mecbur oluruz. Vasıf gibi şiiri İstanbul şivesine tatbik etmek isteyenler “Olma sokak süpürgesi kadın, kadıncık ol.” yolundaki eserlerinde sırf Türkçe olan kelimeleri bile birçok imale ve değişiklik ile Türkçelikten çıkarmaya mecbur olmuşlardır. O cihetle bizde adi lakırtıyı andıracak bir konuşmayı nazım yapabilmek âdeta muhal görünür. Nef’i şivesinde yazılacak bir tiyatronun ise eğlenceliği, gülünçlüğüne münhasır kalacağı malumdur.

      Bahr-ı tavil denilen ve diğer şiirlerden farkı yirmi beş, otuz ve belki kırk elli mısrada bir kafiye getirmek veya diğer bir deyişle sözü mümkün mertebe kafiyesiz nazmeylemek hususundan ibaret olan tarzı tiyatroda kullanmak kabilse de harekât ve aruz duruşlarına uyma mecburiyeti yine sözü bütün bütün Osmanlı edasından çıkarıyor. Türkçemizde bir de efil-ü tefail kaydından uzak parmak hesabı dediğimiz vezin mevcut olarak millî şiirlerimizin o kaideye uyması lazım geleceğinden şüphe yok ise de parmak hesabı ile söylenilen şeylerde acem taklidi olan eserlere nispetle güzel ahenk gayet az olduktan başka o yol, basit ve faydasız şeylere mahsus, binaenaleyh esasen zevzeklik kabul olunduğundan, edebiyatımızın bulunduğu dereceye nispetle ciddi bir eser yazılmasına hizmet edebilmek salahiyetinden uzaktır. Hatta bu yolda ne kadar güzel bir şey yazılsa kulak alışkanlığı olmayışı yüzündendir ki bayağı görünüyor.

      Bu mukaddimelerden anlaşıldı ki lisanın şimdiki hâliyle beraber manzum bir tiyatro yazılmasına imkân müsait olmuyor. Acaba bu imkânsızlık edebiyatımızca bir eksiklik midir? Bana kalırsa değil.

      “Şiir nedir?” Kitaplarda “Vezinli ve kafiyeli sözdür.” cümlesiyle tarif olunuyor. Vezinli olmasından murat bir sözün aruzu ve hiç olmazsa onun aslı olan sakin ve oynak tertibine uyması ise bu kısaltma ve uzatma harekâtında vezne riayet birçok lisanın ve ezcümle Fransızcanın şiirlerinde ve hatta bizim “parmak hesabı” denilen destanlarda, filanlarda mevcut değildir. Kafiye ise eski lisanların bütününde ve şimdi konuşulan lisanların ekser manzum eserlerinde yoktur. Bundan anlaşılır ki şiir için “vezinli ve kafiyeli” tabiri efradını câmi ağyarını mâni bir tarif olamaz.

      Hakikat: Homeros’un destanları senelerce halkın hafızasından başka yazılacak bir levha bulamamış iken hâlâ aynıyla bakidir. Muallim-i evvel Aristo’nun felsefi eserleri milyonlarca talebe, şarih elinde dolaşmakta iken yine birtakım parçaları kaybolmaktan kurtulamamıştır. İlahi mucizelerin en büyüğü olan Kur’an-ı Kerim’i inkâr edenlerin şiirden başka diyecek bir şey bulamadıkları da malumdur. Bu hâlde şiire, filozofların eserlerinden daha çok payidar olacak kadar, hatta hakikati göremeyenlerce (haşa) Allah kelamına benzetilecek kadar meziyet veren şey, hece tertibinde bir intizam ile bir veya iki harfin ses tekrarından ibaret kabul olunmak, insanlık dünyasının sahip olduğu güzelliklere bir noksanlık isnat etmektir.

      Bu türlü tariflerin kabulünü, bir sözün aruza uyup uymadığını anlamak için onu bölmeye mecbur olan dış görünüşçülere bırakalım da hakikat duygusu ve hikmetli düşüncelerle haşIr neşir olanların bu hususta beyan ettikleri tariflere bakalım.

      İslam büyüklerinden olan Mevlâna, şiiri;

      Ez kerâmât-ı bülend-i evliyâst

      Evvelin şi’rest ü âhır kimiyâst.

      sözüyle ve Cenab-ı Nizami de şairi;

      Piş ü pesi best saf-ı kibriya

      Pes şuarâ âmed ü piş enbiya.

      edasıyla tarif ederler. Fakat o vasıfların hepsi de şiir ve şairler için pek mukaddes makamlardan, pek mübarek lisanlardan işitilmiş birer sitayişli övülmedir.

      Hikmet erbabı dahi tabiatın düşünüp söyleyen kimselere verdiği bu kısım ifadenin mahiyetini ne kadar araştırma ve tetkikata girişmiş ise hepsinin tarifini kuşatıcı olan bir tarifin yokluğu cihetiyle sarih ve vazıh bir sınır tayininde aczini göstererek, “şiir vicdan ifadesidir” veya “hayalin lisanıdır” gibi şairane teşbihler ile iktifa eylemişlerdir.

      Bazı kültürlü kimseler “Bir söz güzel mana ve söyleyişi içinde toplamak şartıyla esasen hakikate uyuyorsa edibane, hakikate benzer ise şairanedir.” derler. Bu da şiire bir sınır tespit etmemekle beraber yalnız şiir denildiği zaman bir şairin vicdanında meydana gelen manayı bir dereceye kadar gösterebilir (Şairane sözler için hakikate uygunluk yerine, hakikate benzerlik şart olduğu göz önüne alınınca, hakikatin aynı olan ayet-i kerimeler ve peygamberimizin hadislerinin şiir neviinden olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar.).

      Zamanımızın fikrî tetkiklerince tiyatroların yazılışında lazım gelen şiir veya daha sahih tabiriyle vezin değil, şairane fikirlerdir.

      Yukarıda münasebet düştükçe söylemiştik. Şekspir oyunlarının en mühimlerinde bile nazım arasına nesir karıştırır. Hâlbuki tiyatroda onun kullandığı şiir kafiyesiz olduğundan tabiatıyla tanziminde nesre yakın bir taraf olduğu gibi, karşılıklı konuşma tarzına da adi söz kadar müsaittir.

      Fransızlar, Yunan tarzının herkesten çok taraftarı iken efail-ü tefail’den uzak olmakla beraber yalnız kafiyeli olduğundan dolayı konuşmaya getirdiği zorluk, Fransız edipleri arasında manzum tiyatro yazmak âdetini kaldırmış gibidir. Viktor Hügo’nun tiyatrolarında kaç tane manzum var ise onun yarısı kadar da mensur bulunur. Mensurlarının maddece ehemmiyet ve ciddiyeti de manzumlarından aşağı değildir. Gerek Viktor Hügo ve gerek zamanın diğer edipleri vezinle yazılmış tiyatrolarında şiir tarzını o kadar değiştirmişlerdir