Namık Kemal

Celâleddin Harzemşah


Скачать книгу

kemalat, ne kadar bedayi gelmişse bugün cümlesi Arap, Acem mülklerinde toplanmış; cehaletten deni, vahşilikten zalim bir hınzır insaniyetin altı bin yıllık mahsul-i hayatını bütün bütün mahvedip de yerlerinde adam kellesinden yapılmış kulelerden, mazlum kanıyla yazılmış mersiyelerden başka bir şey bırakmamak istiyor. O darülfünunların muhafızı biz idik. Öyle iken -yıllarca mezarda kalmış meyit azası gibi- pejmürde, mekruh bir hâle düşmüşüz. Şu topraklar içinde çürüyoruz.

      NEYYİRE: “Allah’ım! Sen merhamet et!..”

      CELÂLEDDİN: “Allah’tan kimin için merhamet istiyorsun? Bizim için değil mi? Duan nasıl makbul olsun? Bugün Kaşgar’dan ta Mağrib’in nihayetine varıncaya kadar herkes, kendi diniyle Allah’a ibadet ediyor. Oğluyla zina etmiş bir fahişenin murdar kanından halk olmuş bir kelp, o mekruh vücudunu haşa Cenabıhak’tan ziyade ibadete layık görmüş! Yeryüzünden Allah namını kaldırıp da yerine kendi melun adını kaim etmek; hakkın ne kadar ¡badı varsa kendi gibi -şeytandan bin kat deni- bir mahluka taptırmak istiyor. O ibadethanelerin duvarı da biz idik. Öyle iken içindeki sedirin, kırık taşların, çürük toprakları kadar olsun işe yaramıyoruz! Yığın yığın bu nisyan köşelerinde sürünüyoruz…”

      NEYYİRE: “Allah aşkına sus! Çehrendeki, bakışındaki dehşet aklıma dokunuyor. Şimdi çıldıracağım!..”

      CELÂLEDDİN: “Dinle! Söyletmeye sen sebep oldun, gönlümde saklamaya çalıştığım ateşler alevlendi. Bundan sonra zapt edemem. İslam üzerine bu belayı davet eden biz idik. Sonra düşman göründüğü gibi en evvel biz kaçtık. Topu topu bir kere kavga ettik. Onda da galip ¡dik. Düşman bizden yüz çevirdi -güya Tatar’ın ön tarafı insan, arka tarafı ecel imiş gibi. Biz de o zaman kaçmaya başladık. Yüz seneden beri feleğin her türlü cefasından, kılıcımızın himayesine sığınan, bizi; mert himmetli, kifayetli gayyur, hasılı kendilerinden büyük sanıp da tabaiyyetimize giren, ayağımızı başlarından yüksek, kılıcımızı canlarından aziz tutan, nice yüz binlerce biçareye: ‘İşte düşman geliyor, biz de kaçacağız. Başınızın çaresine bakın.’ demekten utanmadık. Kahhar-ı müntak’ın huzuruna, ne kadar kendine ibadet eder kulu varsa cümlesinin helakine sebep olmak gibi bir vebal ile gitmek; ahlaka, zamanımızda insan denilmeye layık kim var ise yüzde doksanının nahak yere dökülen bir kan ile lekelenmiş bir nam bırakmak ne büyük bir musibettir! Zihninde bulamıyor musun? Biz Allah huzurunda Nemrutlar, Firavunlar kadar mesul olacağız. İstikbalde dünyaya ne kadar Müslüman, ne kadar insan gelirse Yezid’i şeytanı bırakacak da bize lanet edecek!..”

      NEYYİRE: “Ooof!.. Ben seni hiç bu hâlde görmemiştim. Lakırtı söylerken ağzından ateş saçıyorsun. Gönlünde zebaniler mi oturuyor? Cengizî’lerin hücumunda senin ne dahlin, ne sun’un var?”

      CELÂLEDDİN: “Benim zerre kadar dahlim, sun’um olaydı, Cengiz’i eli bağlı önüme getirseler onu bırakır, yine kendimi telef ederdim. Hepsine pederim sebep oldu. Hepsine o sebep oldu da yine pederim, yine padişahım… Validesi yetmiş yaşında bir kadın iken İylan’da muhafızlık ediyor. Kendi kırk beş yaşında iken adı çıkmış bir haydutbaşıyı, bir sahib-i zuhuru, vahşet beyabânlarının en kokmuş çirkâpları arasında peyda olma bir yırtıcı canavarı -gökten inmiş bir kaza-yı mübrem sandı da önünden firar etti âdeta. Böyle bir dünya kurulalı üzerine insan ayağı basmamış bir kaya parçasının deliğine, deşiğine saklandı. O kadar yılmış ki hayatını kurtarmak için mezar hatırına gelse yer altına girmeyi; yıldırımdan, sehaptan korkmasa gökyüzüne çıkmayı düşünecek. Ah hem firar etti, hem beni de beraber sürükledi. Ne yapayım pederimdir, padişahımdır. İki cihetle itaatine mecburum. Yoksa kavga başladığı zaman hüküm bende olsaydı, Allah bilir, şimdi huduttan kaç saat geri düştükse onun ikisi kadar ileride bulunurduk.”

      NEYYİRE: “Ah hatırında memleket zapt etmekten başka bir şey yok! Keşke şu çadırın yarısı kadar bir kulübede bulunsak da senin fikrin bu kadar geniş, benim gönlüm bu kadar dar olmasa!..”

      CELÂLEDDİN: “Keşke! Cenabıhak’tan şu koca âlemleri içinde senin o dediğin gönlüne kailim. Lakin ne yapayım? Kulübede doğdum. Beşiğimi bile ecdadımın ayağı altında kırılmış birkaç saltanat tahtının parçalarından yapmışlar. Neyyire’m, Hak’tan nail olduğumuz inayetin, halktan gördüğümüz itaatin bedeli böyle günlerde Hak için, halk için feda-yı can etmektir. Biz ise bir canlı put! Haşa! Cenabıhakk’ın kudretine galip gelebilir gibi Allah korkusunu bir tarafa bırakmışız. Cengiz korkusuyla kendimizi diri diri şu mezara gömüyoruz da cehennem kapılarının yüzümüze açılmasını bekliyoruz. Ağla! Ağla! Celâl’in gerçekten merhamete layıktır. Keşke Allah beni dünyaya göndereceğine halk ettiği anda cehenneme ata idi de belki oranın azabı ruhumun şimdiki çektiği ezadan ehven olurdu.” (Bu sırada Kutbeddin girer.)

      Dördüncü Meclis

      Evvelkiler, Kutbeddin

      KUTBEDDİN: “Efendimiz gezmekten dönmüş bu tarafa geliyor.”

      CELÂLEDDİN: “Gelsin hunsa yürekli erkek! Sail tabiatlı padişah! Şahın yumurtasından çıkma çaylak! O beni vatanıma, milletime, dinime hizmetten menediyor. Ben de galiba kendimi ona itaatten menetmeye mecbur olacağım!” (Mehmet Harzemşah girer.)

      Beşinci Meclis

      Evvelkiler, Mehmet Harzemşah

      MEHMET: “Yine ne oluyorsunuz? Birinizin iki gözünden yağmurlar, birinizin çehresinden yıldırımlar saçılıyor!..”

      CELÂLEDDİN: “Taaccüp mü ediyorsunuz? Sayenizde dökülen kanların, yanan memleketlerin bedelidir!”

      MEHMET: “Sen buraya geldin geleli bana ima ile kinaye ile itiraz eder durursun! Şimdiye kadar haksız yere taarruza uğramanın her bedbahtın şanından olduğunu düşünürdüm de sükût ederdim. Herkes ne söylerse söylesin! İndimde, zemane halkının fikri, sözü bir hakaret nazarıyla bakmaya bile değmez. Fakat sen oldukça insansın! Hakkımda yanlış fikirlerde bulunduğunu görmeyi gönül istemiyor! Söyle söyle bakayım! Bana bulduğun kusur nedir?”

      CELÂLEDDİN: “Süphanallah! Beni biedepliğe mecbur edeceksiniz. Kendi eliyle yaptığı taşa tapınır bir alay canavarlar bütün müvahhidleri yerin dibine geçirmek; tevhidi bütün bütün yeryüzünden kaldırmak istiyorlar. Camilerimize at çekiyorlar. Ecdadımızın kabristanına döktükleri şarap curaları, şehitlerimizin kanlı kefenine kadar bulaştı. Âlemin en büyük padişahı, İslamiyetin, insaniyetin en kavi mültecası; her biri vaktiyle İsfendiyar gibi, Erdeşir gibi, Gaznevi gibi, Sencer gibi bir padişaha cihangir dedirtmiş. Yedi sekiz mülkün sahibi olan zat gökyüzünü levh-i mahfuz, müneccimleri hatif-i gayb kıyas etmiş; kanı Irak şarabından, fikri vezaret suretinde saltanat havasından ibaret olan İmad’ül Mülk’ten başka bir müsteşar bulamamış. Onların tesvilatıyla; adem âleminin vücut şeklinde mütemessil bir parçası denilmeye layık olan şu köşeye çekilmiş, öyle bir köşe ki şeytan ettiklerine utanmaz da kendini beşerlerin, meleklerin nazarından saklayacak bir yer ararsa belki burası hatırına gelmezdi. Sonra da kusurunu benden soruyor…”

      MEHMET: “Hele müneccim lakırtısına inanmayı, gökte bir seyyare görünce haşa yerin tanrısı zanneden Cengiz’e bırak! Ben daima elimde ya kılıç, ya kitap tutarak büyüdüm. Fevkimizde Allah’tan başka dünyaya hükmü nafiz bir kuvvet mevcut olmadığını hem ilim ile hem tecrübe ile bilirim. Mutasım’ın Amudiye gazası da Ebu Temmam’ın tebriknamesi de tafsilatıyla tamamıyla hatırımdadır.”

      CELÂLEDDİN: “Öyle ise…”

      MEHMET: “Bitireyim de ondan sonra söyle! Buraya gelişime İmad’ül Mülk’ün hezeyanlarını senin reyine tercih manası mı veriyorsun? Sen evladımın büyüğüsün. Veliahdımsın.