görmez bunun, kırmızı zebercetten yapılmış olduğuna şüphe etmedi.
Ya kırmızı zebercetten yapılmış olan büyük bir köşk, insanoğluna mahsus binalardan olabilir mi? Ne mümkün! Daniş Çelebi’nin zihni buna imkân mı verebilir? Mutlaka cinler, periler inşası olduğu açıkça ortadadır.
Şu şüphe başladığı gibi Daniş Çelebi, vesvese denizinin ta merkezine kadar dalarak, öyle bir hâle geldi ki cin ve peri inşaatından bulunan bu büyük köşkü başka bir zamanda, başka bir mahalde de görmüş olduğunu hatırlamaya çalıştı. Nerede ve ne zaman gördüğünü bir hayli düşündü. Nihayet hatırına getirdi. Bildi ki bunu Aziz Efendi’nin hayal âleminde görmüştür. Kendi kendisine dedi ki:
“İşte bu köşk, Şehzade Asil’in vahşet çölü içinde gördüğü büyük köşktür ki, onu, cin padişahlarından Şemhail bina etmiştir. Sırf altından, gümüşten, zebercetten, yakuttan, zümrütten yapılmıştır. Onun çelikten yapılmış bir kapısı vardır ki insanoğlundan hiçbir fertte, o kapıyı açmak kuvveti yoktur. Bu kuvvet, yalnız bende vardır. Zira bugünkü günde Süleyman mührüne sahibim ve dolayısıyla cinlerin padişahı işte benim. Ben, gidip de elimi kapıya sürdüğüm anda, kapı açılır ve mühür kimde ise Süleyman odur demezler mi? Bugün mühür bendedir. Süleyman da, Şehzade Asil de benim. Gidip de kapıya elimi sürerek, açıp içeriye girdikten sonra, karşıma bir avlu gelecek. Onu geçeceğim. Bir dahası gelecek, onu da geçeceğim. Birkaç avluyu geçip bitirdikten sonra asıl köşkün kapısından gireceğim ki her taraf altın ve gümüşe boğulmuştur. Kitapta böyle yazılı değil mi ya? Merdivenden yukarıya çıkacağım. Birkaç odalara girip çıktıktan sonra, bir de odanın birisine gireceğim ki ne bakayım? Elmastan yapılmış büyük bir taht üzerinde dünya güzeli bir kız! Sihir ile tılsım ile uyutulmuştur. Bu kız, Çin-i Maçin5 padişahının kızı olup cin padişahı Şemhail, onu pederi sarayından kaparak buraya getirmiştir. Zira kendisine âşık olmuştur. Ancak kız ona muhabbet etmediğinden ona uymaz. Ben üzerimde bulunan Süleyman mührünün etkisiyle kıza elimi sürdüğüm gibi, kız gaflet uykusundan uyanır. Başlarız söze, muhabbete! Bir de bu aralık Şemhail gök gibi gürleyerek gelir. Kız korkusundan şaşırıp ne edeceğini bilemez. Çünkü Şemhail’in beni parça parça edeceğine şüphesi yoktur. Fakat Şemhail gelip de beni gördüğü gibi ayaklarıma kapanarak, ‘Aman ey cin ve perilerin padişahı! Merhamet et! Eğer merhamet etmez isen, üzerinde bulunan Süleyman mührünün kuvvetiyle beni helak edebilirsin. Ben, bu kızı buraya getirdim ise aşkımdan getirdim! Kusurumu affet de her emir ve fermanına uyan da ben olayım!’ der. Ben de kusurlarını afla kendisini cinler üzerine yeniden padişah yaparım. Artık bundan sonra ne şenlikler! Ne zevkler! Ne sefalar!”
Daniş Çelebi’nin, Aziz Efendi Muhayyelâtı’ndaki malum hikâyeyi sırf kendi nefsine istinaden hatırlamasına dikkat edilir ise, evhamına dışarıdan ne kadar vücut verdiği, yani cinnet hastalığının ne derecelere vardığı layıkıyla anlaşılabilir.
İşte bir yandan bu hayali kurarak büyük köşkün semtine yöneldi. Kapıya kadar gitti. Demirden yapılmış o büyük kapı az buçuk aralık olmak üzere kapalı idiyse de duvara dayalı olduğu için Daniş Çelebi eliyle dokunduğu anda açılıp sırtına dayandı. Şu ilk başarı, Daniş Çelebi’nin tüm hayal ve kuruntularına bir kat daha yardım etmiş olmasına şüphe etmezsiniz. Kendisi ise bu hayallerinin ve müşahedelerinin hakikatten başka bir şey olmadığına asla şüphe etmeyerek paldır küldür köşkün kapısından içeriye girdi. Gördüğü setlerin her birini Aziz Efendi Muhayyelâtı’ndaki hikâyede zikrolunan avlulardan birisi olmak üzere değerlendirdiğinden, bunları birer birer geçtikçe fikrine birer kat daha kuvvet veriyordu.
Kısacası asıl köşk kapısından içeriye girdi. Yaldızlar ve çeşit çeşit nakışlar ile süslenen merdivenden çıkıp birkaç odaya girerek, çıkarak her birini hayal ve düşüncesine uygun bulduysa da, odaların hiçbirisinde elmas taht üzerinde uyumuş olan kıza rast gelememesi bir dereceye kadar canını sıkmıştı.
Bir de bu aralık, aşağıdan ana avrat bir paraya alıp satan bir zatın, şamata ve gürültüsü işitilmesin mi? Bu gelen köşk bekçisi olduğunu Daniş Çelebi’den başka anlamayacak kimse yoktur. Çaresiz adamcağız, bir iş için köşkten dışarıya çıkmış ve fakat nazarıdikkat ve ihtimamını yine köşkten ayıramamakta bulunmuş olduğu hâlde, tanımadığı bir şahsın Hünkâr Köşkü’ne girdiğini uzaktan görünce, bir şey çalmaya fırsat vermeksizin, herifi icabına göre döverek kovmak için var gücüyle ve şiddetle koşmuş gelmişti.
Bu gelen zatın köşk bekçisi olduğunu Daniş Çelebi’den başka anlamayacak kimse olmayacağını haber vermiştik. Daniş Çelebi’nin bu zatı, kim olmak üzere düşündüğü de malumdur ya! Onun da hiç şüphesi kalmamıştı ki, bu kadar şamata ve gürültü ile gelen zat, cinler padişahı Şemhail’dir. Kendi kendisine “Tamam! Şimdi korku ve gazapla gelir ama beni gördüğü gibi ayaklarıma kapanıp, af ve ihsan bekler. Ben de Çin-i Maçin padişahının kızını hangi odaya sakladığını sorarım.” diye herifin varışını büyük bir metanetle bekledi.
Gerçi herif büyük bir korku ile geldi ise de Daniş Çelebi de bekçiyi büyük bir metanetle karşıladı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı. Ama görseydiniz, buna konuşma demezdiniz. Âdeta savaş derdiniz.
Bekçi: “Bre hayırsız, burada işin ne? Ne arıyorsun?”
Daniş: “Karşındaki adama iyice bak da ona göre davran! Çin-i Maçin padişahının kızını hangi odaya hapsedip, sihir ile uyuttun? Söyle bakayım?”
Bekçi: “Nasıl Çin-i Maçin padişahının kızı be? Sen, divane mi oldun?”
Daniş: “Divane sensin köpek! Sen cinler padişahı Şemhail değil misin? Üzerimde Süleyman mührünün olduğunu anlayamadın mı yoksa?”
Bekçi: “O nasıl laf be? Yoksa işi divaneliğe vurarak, elimden kurtulmak mı istiyorsun?” diye sopaya davranır.
Daniş: “Sakın ha elini kaldırma! Sonra billahi fena ederim. Demek oluyor ki sen cinler padişahı Şemhail değilsin de onun için üzerimdeki Süleyman mührünü tanımıyorsun. Sen bu sarayın korunmasına memur adi bir cinsin, öyle değil mi?”
Bekçi: “Ben bekçiyim. Ama cin değilim! Dışarı bakayım!”
Daniş: “Haydi haydi! Git padişahına söyle! Padişahın Şemhail buraya gelsin! Üzerimde bulunan Süleyman mührünün verdiği güçle böyle emr-ü ferman ediyorum!”
Bekçi: “Seni! Alçak seni! Benim padişahım Osmanlı padişahı Abdülmecid Han’dır! Ben o ağızlara gelir miyim zannediyorsun?” diye sopayı işletmeye başlar.
Daniş: “Aman! Vay başım! Vurma be! Çabuk söyle, Çin-i Maçin padişahının kızı hangi odadadır.”
Bekçi vurarak: “Al sana Çin-i Maçin padişahının kızını!”
Daniş: “Aman başım! Ne insafsız herifsin be! Defol şuradan! Şemhail gelsin!”
Bekçi vurarak: “Al Şemhail’i!”
İnsafsız bekçi, insafa gelinceye kadar, çaresiz Daniş Çelebi de son nefesine gelmişti. Nihayet güçlükle kendisini köşkten dışarıya atıp kurtuldu. Kurtuldu ama evvelki inanç ve hayallerinden bir eksilme oldu mu sanırsınız? Ne mümkün! O inancında sabittir. Kıyamete kadar da sabit kalacaktır. “Bu sarayı korumaya memur şu alçak cin, Süleyman mührüne sahip olduğumu tanıyamadığı için şu kötü muameleyi etti. Eğer cinler padişahı Şemhail olsaydı, mutlaka bu ret muamelesini görmezdim.” diye Beykoz’a gelinceye kadar hep önceki fikrine kuvvet vererek geldi. Hatta bir defa daha gider de Şemhail’i rast getirir ise Çin-i