bazen memnun dahi oluyordu. Hem artık kırk yaşına gelmiş ve daima büyücülük ile meşgul olarak, bu yolda hayli büyücülerle dostluk da peyda etmiş olan Saliha Molla’nın artık yirmi beş yaşına yaklaşmış bulunan oğlu Daniş Çelebi’nin aralıkta bir kere komşulara giderek gece yarısına kadar vakit geçirmesine ihtiyacı da artmıştı. Zira şeyh namını alan bazı efsuncular ile birlikte kaynatacakları simya küplerini başkalarının nazarından gizlemek lüzumu, kadına bu ihtiyacı da telkin etmişti.
Hazır sözü bu vadiye getirmiş ve hikâye de Engürusizade’nin, Da-niş Çelebi ile sohbeti noktasında bulunmuşken şu fıkrayı belirtelim ki bizim için iki tarafla da açıklanacağından bir taş ile iki kuş vurmuş olacağız:
Gecelerden bir geceydi ki Engürusizade Nafiz Efendi’nin konağında hep dalkavuk güruhundan üç beş zat mevcut oldukları hâlde Daniş Çelebi de davet edildi. Dereden tepeden manalı manasız bir hayli söz söylendikten sonra Nafiz Efendi, şu aralık garip bir hâle tesadüf edip etmediğini Daniş Çelebi’den sormakla o da, “Efendim! Geçen gece başıma bir hâl geldi. Hikâye edecek olsam hayrette kalırsınız.” diye şu olayı hikâye etti:
“Geçen gece Buharalı Şeyh Gergevani bizdeydi. Bilirsiniz ya! Sanatta ortak olmalarından dolayı annem cariyenizin pek eski ahbabı ve kafadarıdır. Yine simya ilminden bir sanat icra edeceklermiş. Çoğunlukla bu gibi ameliyatı yalnız ikisi icra ederler. Zira bunu ikisinden başka adamın gözü görecek olursa tılsımı bozulur.
O akşam da benim biraz moralim yerinde olmadığından evimden dışarı çıkmaya gücüm yoktu. Şeyh Gergevani tebessümle yanıma gelerek, dedi ki: ‘Daniş Çelebi! Bizim simya çömleği yoluyla, erkânıyla kaynatmak için sizin burada bulunmamanız gerekir. Fakat bu gece siz bizi yalnız bırakacak bir hâlde değilsiniz. Dolayısıyla, size garip bir seyahat verdirmeyi kurdum ki hem yorulmaksızın bu âlemden başka birtakım ulvi âlemlere seyahat edeceksiniz, hem de biz yalnız kalıp işimizi göreceğiz. Benim sanattaki maharetime valideniz hanımın da güveni vardır. Yani asla tehlikede bulunmayacağınıza siz de emin olacaksınız. Sizi öyle bir âleme göndereceğim ki zevkine, sefasına doymak mümkün olamaz. Ben bu iyiliği, her zaman herkese yapmam.’
Zaten şeyhin iktidarının derecesi gözümde yüksek olduğundan ve bazı kitaplarda okuduğum fıkra ve gerçek hikâyeler üzerine böyle bayağı bir âlemin üzerinde birtakım ulvi âlemlere seyahatini pek çok zamandan beri arzu etmekte bulunduğumdan şeyhin teklifini büyük bir minnetle kabul ettim.
Şeyh kalktı. Bir bardak şerbet getirdi. Kim bilir içine hangi duaları okudu! Ben onu içtikten sonra, kendimde bir değişim hissetmeye başladım. Öyle bir değişim ki âdeta kendimden geçmekte olduğumu görmekteydim. Yalnız kendi hâlim değil; âlemin hâli de değişmeye başladı. Şöyle ki: Oturduğum odanın tavanı yükseldikçe yükselip ta semaya çıktı ve gökyüzünde bir nokta gibi görünür oldu. Dört duvar da yöneldikleri istikamete doğru uzaklaşmaya başladılar. O kadar ki her biri dört taraftan binlerce saat mesafelerde birer beyaz nokta gibi kaldı. Nihayet ben, kendimi koca bir çölün orta yerinde buldum.
Ne yeşillik! Ne ağaçlık! Ne, ne sahra! Her taraftan dereler çağlar. Her taraftan kuşların bir başka latif şekilde güzel sesleri gelir.
Aklımı başıma almak için oturdum. Etrafı bir hayli seyrettim. Sonra rastgele bir tarafı tutup yürümeye başladım. Gittim gittim. Karşıma bir bahçe ve ortasında bir saray çıktı ki, dillerle vasfı mümkün değildir. Bir hayli daha yürüdükten sonra dış kapıdan bahçeye ve sonra iç kapıdan saraya girdim. İrem Bağları dünyaya tekrar çıkmış zannettim.
Ben saray kapısından girer girmez, seksen yüz kadar peri yüzlü kızlar el çırparak, alkışlayarak beni karşılamaya koştular. Koltuklarıma girerek ve ‘Efendimiz! Nice zamanlardan beri sultanımız hazretleri gelip burayı şereflendirmenizi bekliyorlar.’ diye taltifler ederek yukarıya çıkardılar. Bir büyük oda, bir geniş sofa, onun üzerinde bir sultan ki doğan ayın on dördü!
Beni görünce lütfen eğildi ve nice iltifatlı diller dökerek gelişimi kutlayıp büyük bir saygı gösterdi. Artık hangi birini söyleyeyim? Bir tarafta karma eğlence, bir tarafta çalgılar, çengiler. Bir tarafta güzel sofralar kurulu. Yedik içtik. Zevkler, sefalar ettik. Dünyada ömrümün en mesut dakikaları aranır ise orada geçirdiğim dakikalar bulunur. Ah! Keşke ben o gece vefat ederek ahirete ağız tadıyla gitmiş olsaydım. Fakat insanın her istediği gerçek oluyor mu? Bir de sabah olunca gözlerimi açayım ki bizim fakirhanedeyim.
İşte efendim! Simya ilminin şöyle bir görülmemişine tesadüf ettim. Ama Şeyh Gergevani hazretlerinde ne maharet! Herif İbn-i Sina kesilmiş gitmiş. Aralarında şu fark var ki İbn-i Sina birçok şeyi bir anda ve kısım kısım gösterir. Şeyh Gergevani ise bir geceyi yine gecenin müddeti içinde gösteriyor.”
Daniş Çelebi, şu anları hikâye ederken gerek Engürusizade ve gerek dalkavuklar birbirinin yüzüne bakışıp, bıyık altından gülüşüyorlardı. Ama bunu kinayeye yormayınız. Hikâye edilen hayat, yalan değildi. Zira Daniş Çelebi tek kelime yalan söylemezdi. Çok görülmüştür ki, pek çok ahmak olanlarla, mecnunlar yalan söylemezler. Yalan söyleyenler ise, daha çok cin fikirli ve sözü çok süsleyip uzatan adamlardır. Onlar sadece, valide hanım efendinin Şeyh Gergevani ile simya çömleğini kaynatmak için Daniş Çelebi’ye bu âlemin dışında ulvi âlemlere kadar seyahat verdirmeye lüzum görmüş olmalarına gülüyorlardı.
Yoksa hakikatte Daniş Çelebi’ye böyle bir seyahat ettirecek kadar simya ilmini öğrenmek pek kolaydır. Beş on paralık esrar macunundan yapılmış bir şerbet Daniş Çelebi gibi zaten evham ve hayallerine kendi kendisince de vücut veren bir mecnun üzerinde uygulayıp bu etkiyi göstermek pek zor değildir.
ALTINCI BÖLÜM
İşte Daniş Çelebi’nin Engürusizade Nafiz Beyefendi konağında sebep olduğu bu tür eğlenceler, efendi hazretlerini gerçi bir dereceye kadar eğlendirmekte idiyse de işin sonunda bu mecnunca olan sohbetlerin de artık günahı görüldü.
Şöyle ki:
Nafiz Efendi, bir akşam ahbap ve dostlarıyla Daniş Çelebi’nin tuhaflıkları hakkında söz söylerken bu mecnun ile bir güzel ve fevkalade şekilde eğlenmek lüzumuna dair söz ileri sürülmüş ve birçok görüşmeden sonra yapılacak işe, yine Nafiz Efendi kendi kendisine bir şekil verip dalkavuklara da bu komedyada oynayacakları rolleri öğretmişti.
Verilen şu karar üzerine bir akşam Daniş Çelebi’yi davet ettiler. Çubuklar çekilip kahveler içildikten sonra tam sohbet esnasındaydı ki oturdukları odanın kapısı açılıp, içeriye bir kız girdi. Ama kız, gerçekten peri yüzlü! Gariplik şunda ki bu kızı yalnız Daniş Çelebi’nin gözleri görüyordu. Gerek Engürusizade ve gerek diğer hazır bulunanlar kızı görmek değil odaya bir kimsenin girişini dahi hissedememişlerdi.
Daniş Çelebi kızı görünce “Aman ne parlak kız!” diye yerinden davranıp bir karşılama hareketi gösterdiği zaman, Nafiz Efendi vesaire ahbaplar “Nasıl? Rüya mı görüyorsunuz Çelebi?” diye hayretlerini beyan ettiler. Bu zamana kadar kız da, Çelebi’nin yanına sokulup, “Sus! Sesini çıkarma. Ben peri kızıyım. Beni bu odada senden başka kimse görmez. Hatta söylediğim sözleri de senden başka kimse işitmez. Eğer istersen ben kendimi onlara da gösterebilirim. Ona göre davran.”
Daniş Çelebi, kızdan şu talimatı alınca pek fazla ağzı açık olarak hazır bulunanlara dönüp hitap ile: “Efendiler! Sizin gözünüz vardır, ama görmez. Kulağınız vardır, ama işitmez. Siz âlemin yalnız dışını görürsünüz. Sırlarını göremezsiniz. Çünkü gözünüz ve kulağınız simya ilmiyle uğraşmamıştır. Ben size kıyas edilemem. Ben şimdi şu oda içinde sizin görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitirim.” deyince hepsi bir hayret gösterdiler.
Hazır