Ахмет Мидхат

Esrar-ı Cinayat


Скачать книгу

üzerine elbette Öreke Taşı konusuna dair ne kadar malumatı varsa esirgemeyeceğine hükmederek işte bundan dolayı memnun oluyordu.

      Gazeteci efendiye sigara takdimiyle bir taraftan da kahve emredilmekte olsun, yazar efendi bugün Galatasaray’a gelmekten maksadını anlatarak Savcı Osman Sabri Efendi’den ise hiçbir haber alamadığını ve hâlbuki zabıtanın neşrettirdiği raporun, insanlar tarafından pek eksik görüldüğünü ifade edince, mutasarrıf paşa hazretleri güya zabıtaca bir büyük kusur edilmiş de affını dilemeye mecbur olmuş gibi davranarak dedi ki:

      “Efendim, ben Osman Sabri Efendi’ye daha o gün söyledim ya! Raporu aynen gazetehaneye gönderelim dedim. O ise henüz canilerin izleri bile elde olmadığı hâlde malumat ve mevcut delillerimizin tümünü ilan etmek daha sonra tetkikat ve tahkikatımız için mâni olur diye iddianamesini satır satır çizmeye de kanaat edemeyerek kelime kelime çizdi. Yirmide bir derecesine indirerek sonra tekrar temize çekip öyle gönderdi.”

      Gazete yazarı bir taraftan Öreke Taşı’na dair zabıtaca ne kadar malumat varsa hepsine vâkıf olabileceğinden dolayı sevinmekle beraber, diğer yandan iki memur arasındaki farkı düşünerek, Savcı Osman Sabri Efendi’nin vazifeşinaslığına karşılık, mutasarrıf paşada bulunması lazım gelen temkin ve ihtiyatın yirmide biri bile bulunmadığına hem hayret ediyor hem de üzülüyordu.

      Gazetecinin bu mütalaasından mutasarrıf paşa hazretlerinin haberi yok ya! O sözüne devam ediyordu. Dedi ki:

      “Osman Sabri Efendi’nin asıl iddianamesini size göstereyim de okuyunuz. Şimdiki hâlde Öreke Taşı cinayetine dair mevcut olabilen malumat bundan ibarettir.”

      Gerçi, Mecdettin Paşa hazretleri yazı takımının üzerindeki evrak arasından bir kâğıt çıkarıp gazeteciye verdi ki savcı efendinin mührüyle mühürlü asıl iddianamesi idi.

      Mecdettin Paşa’nın bu hâl ve hareketi üzerine Osman Sabri Efendi’nin tavrına o kadar hayret geldi ki gazete yazarı, savcı efendinin hemen kendi üzerine hücum ederek iddianameyi elinden alacağı zannıyla bayağı gözü korktu. Dolayısıyla gazeteci savcıya dedi ki:

      “Affedersiniz birader! Bir gazete yazarına her sunulan evrak hemen gazeteye geçilmez. Gazeteler devletin menfaatlerini kendi menfaatlerinden ziyade gözetmeye mecburdurlar. Gerek politika ve gerek adliye vesairece muhafazası devletin menfaatlerine uygun olan şeyleri herkesten ziyade gazeteciler muhafaza ederler. Zira devletin menfaati demek, doğrudan doğruya milletin ve memleketin menfaati demektir.”

      Yazarın şu sözleri, Osman Sabri Efendi için bir dereceye kadar rahatladığını yüzünde belli olan sakinlikten anlaşıldı. Dedi ki:

      “Bendeniz iddianameyi paşa hazretlerinin size takdiminden dolayı itirazda bulunamam, haddim de değildir. Şu kadar var ki böyle henüz failleri elde bulunmayan bir cinayeti, zabıtanın edinebildiği malumat üzerine bina ettiği bilgileri, tertibatı ortaya koyacak olursa katillere de kendilerini takipten koruyacak tedbirleri öğretmiş olur.”

      Yazar efendi nazikâne bir tebessümle dedi ki:

      “Hakkınız var savcı efendi! Hakkınızı da en ziyade teslim edenlerden birisi de benim. Fakat biz de sanatımız sebebiyle devlet adamı sayılırız. Bu gibi işlerde cinayeti işleyenin yanında değil; adliyeye hizmet etmek isteriz. Eğer iddianameyi okursam ihtimal ki ben dahi istifadeye vesile olabilecek bir mütalaa arz edebilirim.”

      4

      Gazete yazarı elindeki evrakı okumaya başladı. Hakikaten Mecdettin Paşa’nın dediği iddianamenin gazeteye tebliğ olunan sureti yirmide bir derecesine kadar indirilmişti.

      Bir cinayetin vuku bulduğu yere, inceleme memurunun varışından evvel, o yerde naaş, silah, iz ve saire her ne var ise hiçbirisini hiç kimsenin değiştirmemesi o kadar büyük bir iş imiş ki gazeteci efendi evvelce bu ehemmiyeti takdir edemediği için Osman Sabri Efendi’nin evrakında buna dair beyan olunan üzüntüsüne şaşmış iken, kendisi evrakı tamamen okuduğu zaman o şaşkınlığını ve hayretini kendisi haksız buldu.

      Bakınız Osman Sabri Efendi yalnız naaşların vaziyetlerinden ne kadar manalar çıkarmış! Yazısında diyor ki:

      Sofrada işret takımlarının bulunduğu yer Kanlıkaya’nın kuzey tarafı, yani Karadeniz sahilidir. Katledilen kızın naaşı öyle bir vaziyette yere konmuş ki sol tarafından yaralandığı hâlde başı batı tarafına, yani Kanlıkaya’nın Rumeli tarafına gelmek üzere düşmüş. Bu hâlde kız ölmezden evvel arkası Karadeniz tarafına çevrilmiş olarak duruyormuş ve kendisini yıkan darbe ise kızın sol tarafında, yani kayanın doğu kısmı olan Anadolu tarafındaki sahil semtinde duran bir adamın darbesi olacağına şüphe kalmamıştır.

      Kızı vuran adam yine kızın yanında bulunduğu ne kadar şüphesiz ise Kefalonyalıların Rumeli tarafında Kanlıkaya üzerine çıkan düşman tarafından atılan kurşunlar ile öldükleri de o kadar şüphesizdir. Zira Kefalonyalılardan birisi ta alnından vurulduğu hâlde arkası üzerine düşmüş ve düştüğü zaman kafası doğu ve ayakları batı kısmına isabet etmişlerdir. Bu adam diğerinden evvel vurulmuştur. Zira ikinci Kefalonyalı arkasından yaralandığı hâlde yüzü üzeri düşerek onun da başı doğuya ve ayakları batıya isabet ederek, mutlaka arkadaşı ölerek yere düştükten sonra kendisi kaçarken, yine kayanın Rumeli tarafındaki sahil üzerinden atılan kurşunla ölmüştür.

      Gerek kızın ve gerek Kefalonyalıların elbiselerinde ve yüzlerinde gözlerinde yırtık ve bere gibi şeylerden eser görülmemesi, bu cinayetin şu sofra başında bulunan adamlar arasında çıkan bir arbede eseri olmadığını ispat derecesinde kanaat verir. Zira birbirine bu kadar yakın olan düşmanların katledilmesinde boğaz boğaza gelmeleri ve birbirinin elbiselerine sarılmak ve yüzlerini gözlerini yırtmak, boğazlarını sıkmak gibi hareketlerde bulunmaları zaruridir. Dolayısıyla bunlar orada mehtap sefası ederlerken Rumeli tarafından kendileri üzerine hücum eden düşmanları tarafından bu cinayet tertip edilmiş olacağında tereddüde kulunuzca şüphe yoktur.

      Hatta bendeniz hükmetmek istiyorum ki Kefalonyalılar dışarıdan gelen düşmanlar tarafından idam edildikleri hâlde genç kız onlar tarafından idam edilmemiştir. Zira kendisini vuran kama yaranın içinde bırakılmıştır ki bu hâl kamayı vuran adamın onu çıkarıp beraber götürmeye fırsat bulamamasından kaynaklanmıştır. Kamanın kını Kefalonyalıların üzerinde görülmeyip, onlar üzerinde birer bıçak ile birer de tek tabanca bulunmuştur ki tabancalar boşaltılmış ve bıçaklar da kınlarından çıkarılmış idiler. Eğer kama dışarıdan hücum edenlerde olsaydı, galebe onlarda bulunduğuna göre kamayı çıkarıp alacakları ve orada bırakmayacakları aşikâr idi. Hâlbuki kızın yanında bulunanların yalnız iki Kefalonyalıdan ibaret oldukları da diğer delillerden anlaşılıyor. Zira kayanın kuzey tarafından güney tarafına doğru yer yer kan lekelerinden birtakım izler kalmış olup, bu izler güney tarafında birleşerek beş, on arşın kadar yere yayılıyorlar. Bundan anlaşılıyor ki diğer birkaç yaralı da buraya kadar koşup gelerek, buradan kayık veya sandallarına binerek kaçmışlardır. Ancak kaçanların kaçar adam kadar olduklarını tahmine imkân bulunamamıştır. Bu tahmin yemek ve eğlence sofralarındaki çatal, bıçak ve kaşıkların adedinden çıkarılacak olursa, sofra başında bulunanların sekizden ona kadar adam oldukları anlaşılabilir. Dolayısıyla, kızı vuran adamın bu suretle kaçanlar arasında olması akla gayet yakın görünüyor.

      Ölenlerin vaziyetlerinden Osman Sabri Efendi’nin çıkarmış olduğu manaların tümü gazeteci tarafından da tasdik olunarak, şu kadar var ki kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulmuş olması hakkındaki zannı yazar efendi tasdik edemedi. Dedi ki:

      “Kavganın, katillerin sofra başındaki adamlar arasından çıkmamış olduğuna, giysilerinde yüzlerinde gözlerinde yırtık ve bere gibi şeyler olmamasından dolayı kanaatlerinize diyecek