bakire mi?”
“Evet! Bu da kızın oraya lanetli bir niyetle götürülmemiş olmasına delalet eder. Dolayısıyla kötü bir niyetle götürülmemiş olan kızı, yine kendi arkadaşlarının vurmasına ne mana verilebilir?”
Osman Sabri Efendi belli belirsiz bir tebessüm ile dedi ki:
“Kızın oraya nasıl bir fikirle götürülmüş olduğunu bilemem. Ben naaşın bilirkişiye muayene ettirilmesini ihtar ettiğim zaman kızın bakir olmadığına hiç şüphem yoktu. Yalnız tahminen ne kadar zamandan beri kızın bakirliğinin izale edildiğini anlamak için muayene ettirmiştim. Bu zannımın yanlış çıkması, kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulduğu hakkındaki zannımın da yanlışlığını gösteremez. Bin türlü hâller olabilir ki kızı kendi babası bile vurabilir. Özellikle ki Rumeli tarafından hücum edenler hırsız olan adamlardan da değil idiler. Öyle olmaları lazım gelseydi, sofra takımı epeyce kıymetli şeylerden olduğu için kızın kulaklarında küpeleri ve parmağında yüzüğü ve boynunda bir de madalyası bulunduğundan, bunları alırlardı. Hatta kızın üzerindeki ziynetlerin olsun alınmamasından dahi çıkarıyorum ki Rumeli tarafından hücum edenler belki de kızın yanına bile gelmemişlerdir. Gelselerdi hırsız dahi olmasalar, bu eşyayı mutlaka alırlar idi.”
Gazeteci evraka yine göz gezdirmeye başladı. Şöyle bir fıkra daha okudu:
Kanlıkaya’nın güney tarafından birtakım yaralılar kayık veyahut sandallarına binerek kaçarlarken, içlerinden birisi yırtık bir zarf içinde bir kâğıt düşürmüş. Zarfın üzeri yazılı olmadığından, bu mektubu gönderilen kişiye ulaştıracak olan adam, onun kim olduğunu bilerek götürmüş olduğu da anlaşılır. Ancak mektup Osmanlı harfleriyle yazıldığı hâlde öyle bir lisanla yazılmıştır ki ne Türkçeye benzer, ne Arapçaya, ne de Farsçaya! Hintçe olmasın diye birkaç Hintliye gösterdim onlar da ne olduğunu anlayamadılar.
Gazeteci bu mektubu hepsinden ziyade merak etti. Mutasarrıf paşaya dedi ki:
“Şunu bir de bendeniz göremez miyim?”
“Hay hay! Hatta bunu sizin gibi bilgili ve maharetli olanlara göstermelidir ki ne olduğu anlaşılabilsin!” diye Mecdettin Paşa hazretleri yazı takımı üzerindeki evrak arasında malum mektubu da gazeteciye gösterdi.
Bu mektup şöyle yazılmış idi:
Şimelye nimey eyemtetsak anınac nizimipeh eldesah iakias şimtişi afatsum üknüç mudlo midan atashur miğidrev niçi irep neb.
Bu mektup yazar efendi nezdinde en ziyade meraka sebep olacak şeylerden olmak üzere telakki edilerek şu fikrini beyan ettiğinde savcı efendi dedi ki:
“Yalnız en ziyade meraka sebep olacak bir şey değil; belki mevcut cinayet erbabını ortaya çıkarmak için adli tahkikat icrasınca da en ziyade işe yarayacak bir şey varsa o da budur.”
“Bunda ne Şark ne de Garp lisanlarının lügatlerinden birisine benzer hiçbir şey bulunmadığına nazaran, ben buna bir lisan diyeceğime bir şifre demek istiyorum.”
“Ben onu çoktan dedim. Şimdi zihnim o şifreyi halletmekle meşguldür.”
“Bunun bir suretini de ben alsam ve ben de bu şifreleri halletme hususunda size yardım etsem olur mu?”
“Gazetede yayınlamayacağınızı vadederseniz olur.”
“Size vadederim ki yalnız onu değil; bugün şurada aldığım malumatı ifşa suretinde hiçbir şeyi yayınlamayacağım. Hiçbir şey yazmam diye vadetmem. Fakat zabıtanın sırlarını ifşa edecek ve tahkikatınızı zora sokacak surette hiçbir şey yazmayacağım.”
Bu söz üzerine savcı efendi, Mutasarrıf Mecdettin Paşa’nın yüzüne baktı. Bu bakış gayet manidar idi. Eğer Osman Sabri Efendi’deki gizleme fikri mutasarrıfta da bulunsa idi, gazetecinin bu yolda verdiği vaatten hiç memnun olmayarak gazeteye tek şey yazmaması hakkında bir vaat almaya girişirdi. Ancak Mecdettin Paşa dedi ki:
“Efendi hazretleri zabıtanın menfaatlerini bizden ziyade muhafaza ederler. Dolayısıyla bugün kendileriyle vuku bulan şu mülakattan hiçbir zarar beklemeyerek aksine fayda ve yardım bekleyebiliriz. Mektubun bir suretini de veririz.”
Yazar efendi hemen kurşun kalemi ile mektubu başka bir kâğıda yazmaya başladı.
Mektubun yazma işi bittikten sonra gazete yazarı dedi ki:
“Cinayetin vuku anında hazır bulunmuş gibi olayın yapılış tarzını keşif gayretinde bulunmanıza ve elde bir hayli eşya ve delil olmasına nazaran, inşallah faillerinin yakın bir zamanda derdest edileceğine şüphe edemem. Bu konuda benim de yalnız iki düşüncem vardır.”
“Onlar hangileridir?”
“Birisi kızın kendi arkadaşları tarafından vurulması hakkındaki düşüncemdir ki bu mülahazam sizinkine muhaliftir. Böyle kibardan sayılabilecek ve Müslüman olduğuna parmağındaki kına rengiyle şüphe kalmayacak olan kızın hazır bulunduğu bir mehtap sefasında, yankesici makulesi Kefalonyalıların işi nedir? Kızcağız mutlaka oraya bir suikastla götürülmüşlerdir demek istiyorum.”
“Suikast ile götürecek olsalar, yemek ve işret malzemelerinde o kadar külfete hacet görülmezdi. Hâlbuki bunlar yemek ısıtmak, kahve pişirmek için ateşler bile yakmışlar. Farz edelim ki bu kadar külfeti lüzumsuz olarak da götürmüş olsunlar. O hâlde yalnız kızın canına kıyarlardı ve başkalarının da yaralanmasına ve öldürülmelerine lüzum görülemezdi. Hele cinayetin işlenmesinden sonra yine muntazaman gitmek için getirdikleri eşyayı alıp götürürlerdi. Hâlbuki bunlar oraya kendi istekleriyle gelmiş oldukları hâlde bir baskı üzerine kaçtıklarını, bunca eşyayı orada terk etmiş olmaları ispat eder.”
“İkinci düşünceme gelince: Bu gibi büyük ve meşhur cinayetlere dair okuduğum Avrupa kitaplarında görmüştüm ki caniler genellikle gerçekleştirdikleri cinayet üzerine, adliye zabıtasının icra edeceği tetkikat ve tahkikatı yanıltmak için birçok delilleri de kendileri oluştururlar. Sizin tahkikatınız hususunda ise bu noktayı nazarıdikkat ve ehemmiyete aldığınızı göremiyorum.”
Osman Sabri Efendi’de belli belirsiz bir tebessüm daha görüldü ki bu tebessüm yine belli belirsiz bir küçümsemeye işaret edebilirdi. Mahir savcı dedi ki:
“Katillerin böyle bir ihtiyatta bulunmaları için en evvel cinayet yerini kendi planlarıyla seçmiş olmaları gerekirdi. Hiçbir katil düşünülemez ki ettiği kabahatin kendi tarafından işlendiğini zannettirmek çaresini düşünsün. Fakat bu kaideyi Kanlıkaya katillerine de tatbik edebilmek için malum mekânı canilerin kendilerinin seçmiş olmaları gerekir. Hâlbuki düşmanları oraya kendi istek ve iradeleriyle giderek caniler de bir anda hücum etmişler ve cinayetlerini işledikten sonra başka hiçbir şeye bakmayarak kaçmışlar.”
Malum cinayetin gerek garipliğine ve gerek müthiş olan işleniş tarzına dair biraz laf daha edildikten sonra, gazeteci artık vaktin ziyadece gecikmiş olduğundan ve yarınki gazete için yazacağı yazılar bulunduğundan bahisle Mecdettin Paşa’ya ve sonra Savcı Osman Sabri Efendi’ye veda etti, çıktı gitti.
5
Galatasaray önünden kiraladığı araba ile Karaköy Köprüsü’nün başına ve oradan da köprüyü geçerek Babıâli civarındaki gazetehanesine gelinceye kadar bu müthiş cinayet üzerine gazeteci efendinin zihninden geçenleri kaleme almak lazım gelseydi, adliyenin ıslahına dair pek mükemmel bir makale vücuda getirilmiş olurdu.
Okuyucularımıza ihtar etmeliyiz ki Öreke Taşı cinayetinin meydana geldiği zamanlar, henüz şimdiki muhakeme usulü tarzında bir adalet sistemi yok idi. Adliye alanında yapılan düzenleme ve ıslahatlar padişah efendimizin lütufları