Ахмет Мидхат

Esrar-ı Cinayat


Скачать книгу

yanından çıktı, kendi odasına geldi.

      6

      Adli kanunlar herkese aynı oranda uygulanmazsa ve şahsa göre değişiklik gösterirse, ferdî hakların muhafazası çok zor olur. İşte eski adli usulümüz ile yeni adli usulümüz arasındaki farkı hakkıyla anlamak isteyenler bu noktaya özellikle dikkat etmelidirler.

      Adli hukuk üzerine oluşturulan kanunlar gereğince, gazete yazarlarından savcı ve hâkimlere varıncaya kadar birçok memur hep umumi hukukun muhafazacısıdırlar. Öreke Taşı konusu gibi bir cinayet olunca, ortada hiçbir davacısı bulunmadığı hâlde dahi tahkikat memurları, savcılar, filanlar, katilleri mutlaka ortaya çıkararak cezalarını tayin edinceye kadar aynen birer davacı, birer intikamcı gibi hareket ederler. Kendi memurluk namuslarına en uygun tavır ve vazife budur.

      Hatta bir katilin pençe-i gadrine düçar olan bir adam dava etmese, davasından vazgeçse, caniyi affetse bile hâkim ve savcılar umumi hukukun muhafazası noktasından da cinayeti işleyenin yakasını bırakmayarak onun üzerinde kanun hükmünü yine icra etmeleri gerekir.

      Eski usulde ise umumi hukuku mükemmel icra edilebilmek şöyle dursun, hususi hukuku bile korumak çok görülmüştür.

      Zira hâkimler ya katilin düşmanı veyahut dostu olmaktan uzak değillerdi. Katillerden intikam alacak olurlarsa işkencelere kadar kendileri için meydanı açık bulabilecekleri gibi dost oldukları zaman da şahsi hukuklarını mahvedebilirlerdi. Hukuki yargılamalar belli kurallar çerçevesinde yazılıp uygulanmadıkça bu konularda avukatlar bile bir şey söylemekten korkarlar.

      Hele bir davada, iddia sahibi kendisi o iddianın taraftarı veya hükûmetin kendisi ona taraftar olursa karşı tarafın hâli ne kadar yaman olacağını “Davacı kadı olursa yardımcısı Allah olsun” atasözü ile aynı anlama gelir. Yeni usulde ise davacı, kadı dahi olsa mahkeme huzurunda kadı ile diğerinin hiç farkı olamayacaktır. Gerek avukatlar, gerek savcılar ve hâkimler, adli vazifelerini tamamıyla icra ederler. Özellikle ki muhakemeler açık olduklarından ve gazeteler de tenkitlerinde serbest bulunduklarından, hangi memur veya hâkim vazifesini güzelce ifa etmez ise umumi nazarlar onu derhâl görür ve onun adaletsizliklerini ortaya koyar.

      Bununla beraber yeni adli usulünce de hiç yanlışlık olmaz, hiç zulüm edilmez diye inat da etmiyoruz. Fakat yanlışlık da kayırma da daha güç ve daha nadir olur. Zira verilecek hüküm beş altı hâkimin ittifak veya çoğunluğun görüşüyle verilmesi gerekiyor. Bunların hatası da rüşveti de daha az olduktan başka haksızlığa uğradıklarını düşünen şahıslara bir üst mahkeme olan temyize götürebilme hakları da vardır.

      İşte bundan dolayıdır ki bundan önce adalet konusunda Faruk sıfatına layık olan padişahımız efendimiz hazretlerinin, bunca teşekkürü hak eden ıslahatları arasında en mühimlerinden birisi de adliyenin ıslahı olduğunu önceden de ifade etmiştik.

      Bizim Osman Sabri Efendi, kendi merakının sevkiyle tüm fıkıh kurallarını, hukuk kurallarını, hukuk ilmini ve onun farklı yönlerini kendi kendisine merak edip büyük kaynaklardan öğrendiğinden şu adli ıslahatın, bizce de uygun olan icrasını, pek ziyadece arzu ediyordu. Dolayısıyla Mecdettin Paşa yanından çıkıp da odasına geldiği zaman hatırından geçen şeyler, gazete yazarı efendinin arabada ve köprü üzerinde düşündüğü şeylere eklenecek olsaydı, vücuda geleceğini evvelce vermiş olduğumuz adli ıslahat makalesi bir kat daha mükemmel olurdu.

      Osman Sabri eski olan yazıhanesinin önüne oturarak ve kocaman kafasını iki elleri arasına alarak düşünmeye başladı. Fakat bu suretle başladığı düşünceler artık adli ıslahata dair olan mülahazalarından ibaret değildi. Öreke Taşı Vakası’nı düşünüyordu.

      Zeki savcının bu meselede en ziyade merakına sebep olan şey, parmakları kınalı bir Müslüman kızının iki Kefalonyalı arasında katledilmiş bulunması sırrı idi. Kendi kendisine diyordu ki:

      “Kız, Hediye Hanım’ın konağına mensup olsun, nereye mensup olursa olsun. Edecek başka sefa bulunamayıp da Kanlıkaya’ya kadar mehtabı seyretmeye giderek, orada da bu kadar feci bir ölüme düçar olmayı icap eden hâl ne olabilir ki? Ben bu sırrı mutlaka keşfedeceğim. Ama mutasarrıf paşa hazretleri menediyorlarmış. İnsanı arzusundan hiçbir mutasarrıf menedemez. İşi resmî hâle koyamayacak bile olsam, hiç olmazsa kendi merakımı def için olsun şu işin arkasını bırakmayacağım.”

      Mülahazanın bu noktasına gelince Osman Sabri’nin aklına gazeteci geldi. Kendi kendisine dedi ki:

      “Gazeteciler aleyhindeki düşüncem dahi doğru değilmiş. Öreke Taşı meselesi eğer basında hakkıyla neşredilecek olsa Mecdettin Paşa’nın Hediye Hanım’ı muhafazası ve beni tehdidine imkân ve ihtimal düşünülemez. Zira o hâlde tahkikatın neticesi benim tarafımdan resmen ortaya konulmayacak bile olsa, gayriresmi ilan edilerek, elbette birçok yetkili insanın dikkatlerini çeker, elbette işin nihayeti muhakemeye dönüşür… Gerçi bu işte basının yardımına müracaattan beni kimse menetmiyor ya? Dur öyleyse, ben bir aralık gideyim şu yazar efendiye iadeiziyaret ederek aramızda bir dostluk sözleşmesine çalışayım.”

      Osman Sabri Efendi bu düşünce ve hayali gereğince derince dalmıştı. O kadar ki bir aralık odanın kapısı açılarak içeriye bir kocakarı girdiği hâlde Osman Sabri asla haberdar olamamıştı.

      Kocakarı ta odanın ortasına gelerek “Bu ne dalgınlık yahu!” diye ses verdiği zaman, her ne kadar Osman Sabri gözlerini açtı ve odasına bir kimse girdiğinden haberdar olduysa da gelen kocakarının kim olduğunu pekâlâ bildiği halde henüz teşhis edemeyerek “Buyurunuz hanımefendi, ne istiyorsunuz?” diye büyük bir saygıyla karşılamaya çalışmıştı.

      Nihayet kocakarının bir kahkahası üzerine Osman Sabri aklını başına aldı. Kocakarıyı yanına oturtmak istedi. Kadın dedi ki:.

      “Hayır, bu hâlde oturacak vakit değildir. Dışarıda kalabalık çok. Durun ben çarçabuk elbisemi değiştireyim.”

      Gelen kocakarı uzunca boylu, zayıf endamlı, kaçık benizli bir şey olup, gençliğinden kalma ağzında yalnız dişleri sağlamca görünmektedir.

      “Elbisemi değiştireyim.” diye kalkıp da odanın bir tarafındaki dolabı açtığı zaman, içinden çıkardığı diğer elbise bir pantolon, bir yelek, bir ceket ile bir fes, potin vesaireden ibaret birtakım güzelce erkek elbisesi idi.

      Acayip, kocakarı kıyafet değiştiriyor ha!

      Daha doğrusunu isterseniz geldiği zaman kıyafeti değişmiş iken şimdi asıl kendi kıyafetine giriyor. Zira Osman Sabri “Aman Necmi! Elbiseni değiştirinceye kadar sabredemeyeceğim. Nasıl, bir iz bulabildin mi? Çabuk söyle de meraktan kurtulayım.” demiş olduğundan, bu gelen zatın Necmi isminde bir gizli polis olduğunu orada bulunup da Osman Sabri’nin sözünü işitmiş olsaydınız hâl ve ifade tarzından çarçabuk anlardınız.

      Kocakarı kıyafetini değiştirdiği zaman, kendisinde görülen değişiklik yalnız kadın kıyafetinin erkek kıyafetine intikalinden ibaret kalmadı. Bir kere “kocakarı” tabirinden anlaşılabilen ihtiyarlık bertaraf oldu. Zira, Hafiye Necmi ancak otuz beşlik bir adam olup, fakat bu yaştaki erkek yüzünde genç kadınlar kadar tazelik olamayacağından Necmi Bey kendisini kocakarı kıyafetine daha güzel yakıştırabiliyordu. İkincisi, kocakarı iken uzunca görünen boyu şimdi erkek olduğu zaman bir hayli kısalarak âdeta orta boylu bir adam oldu. Kadın elbisesinin insanı daha uzun göstereceği balolara devam edenlerce bilinir. Bazı erkekler balolarda kadın kıyafetine girip kendilerini kimsenin tanıyamamasını arzu ederlerse de en evvel boylarının hemen hiçbir kadında emsali görülemeyecek kadar nispetsiz, uzun olması kendilerini ele verir. Erkekte en kısa boy, kadında ortadan yüksek bir boy olmak üzere görülür.

      Necmi’nin getirmiş olacağı