Ахмет Мидхат

Esrar-ı Cinayat


Скачать книгу

Ondan sonra birbirini tanıyıp da nefrete sebep olan bir şey veyahut şeyler görülürse o zaman nefret oluşur. Dolayısıyla beşerin tabiatında ve fıtratında görülmesi gereken ilk şey emniyettir, güvendir. Ondan sonra kasta sebep olacak bir şey ortaya çıkarsa bu kötü fiil ortaya çıkar.

      İşte şuraya bir çocuk oturmuş. Yanında bekçisi yok. Etraftan hiçbir nazarıdikkat de o çocuğa çevrilmemiş. Çocuğa her ne yapsanız hiçbir kimsenin görmesi katiyen mümkün değil. Haydi bakalım o çocuğun kulağını kesiniz. Eğer insan tabiatının ilk hükmü kasıttan ibaret olsaydı sizi çocuğun kulağını kesmeden kim menedebilirdi? Aksine insan tabiatının ilk gereği emniyet olduğu için çocuğa öyle bir kasıt hatırınıza gelmesi şöyle dursun, belki yanında bir köpek veyahut bir çukur, bir kuyu gibi tehlike görürseniz yolunuzu değiştirerek çocuğu temine de himmet edersiniz.

      Görüyor musunuz ki hâlâ kasıt yoktur. Bir de dikkat ediniz ki çocuğun kulaklarında bir çift güzel pırlanta küpe vardır. En az elli lira eder. Nasıl, hüküm başkalaştı mı? Bu küpeleri şöyle kolayca çıkarıp almaya da hâl ve zaman müsait olmadığından bunları çekince çocuğun kulakları yırtılacak.

      İşte kastın kaynağı ortaya çıktı. İşte kanun da böyle insanın fıtratında yerleştirilen asıl emniyeti, ayaklar altına alıp ve kendi nefsini böyle melanet derecesine düşürüp de o kasta mağlup olduğu için insanı cezalandırıyor.

      Bir misal daha verelim:

      Yolda gidiyorsunuz. Bir kenara bir insan yatmış uyuyor. Nefsini müdafaa durumunda değil. Etrafta görecek hiçbir kimse yok. Haydi bakalım o adamı öldürünüz! Uygun mu? İnsan tabiatının gereği emniyettir. Aksine o adamın örtüsü bir tarafa kaymış da üşüyecek ise gider örtüsünü örtersiniz, öyle değil mi?

      Bir de yanına yaklaştınız, baktınız. O adam vaktiyle sizi bir meseleden dolayı aşağılamış veyahut bir muamelede size zarar vermiştir. O zaman intikam hissinin galip gelmesi işin rengini değiştirir. İşte şu fıtratınızın gereği olarak oluşan önceki emniyeti ihlal ettiğiniz için idam gibi cezanın da intikamın da en büyüğü, en sonu olan bir kasta karşı ihlal ettiğiniz içindir ki kanun sizi, yani bu kastınızı cezalandırıyor.

      Bir de kastı insanın kendi nefsine tatbik edelim:

      Acaba insan kendi kendisine ne kadar fenalık yapabilir ki yine kendi kendisinden intikam için nefsine kastetsin? Veyahut acaba insan kendi nefsine kastetmekte hayattan büyük hangi menfaati düşünebilir ki o menfaat uğrunda bu kastı tercih edebilsin?

      Bu ihtimallerin ikisine de mahal gösterebilecek hiçbir intihar meydana gelmemiştir.

      İntiharların hemen tümü bir ümitsizlik ve bir pişmanlık neticesidir. Hatta bazı insan intikam alabilmekten ümidini kestiği için sanki kendi kendisinden alacağı intikam ile rahatlayacakmış gibi nefsine kasteder. Aşklar neticesindeki intiharların hemen tümü böyledir. Bundan başka malını, namusunu ve sair aziz bir şeyini kaybedenler güya ölümle bunlar telafi edilecekmiş gibi nefsine kasteder.

      Hâlbuki bu kasıtların tümü en kötü kasıtlardır. Âlemde insana kendi nefsi kadar aziz olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu kadar aziz olan bir şeye kastı göze aldıran adam da o kadar büyük bir suçu göze aldırmış olur ki kulaklarında bulunan küpeye tam’an çocuğun kulaklarını yırtan veyahut bir intikam hissine mağluben yol üzerinde bir günahsızı öldüren cani bile, o kötü kasta karşı bir dereceye kadar olsun kendisini mazur göstermeye çalışabilir.

      Kendi nefsine cidden kastettiği hâlde herhangi bir sebeple canı son kertesinde iken kurtarılan adamı kısasen idam etmeye lüzum gösterilse, bu lüzumu inkâr edecek pek az hâkim olabilirdi. Zira kendi nefsine kastı göze aldırmış olan bir adam için ondan sonra da kendisine tekrar kastedemeyecek hiçbir şey düşünülemeyeceğinden, böyle bir adamı insanların içine tekrar gönderip dışarı çıkarmak lüzumu aşikârdır. Ancak bunların birtakımları da sadece bir cinnet eseri olmak üzere intihara cesaret alıyorlar. Bunlar kurtulduktan sonra o hastalık da bertaraf olması ihtimali üzerine, hâkim ve savcılar onun cezalandırılması yoluna başvurmuyorlar.

      Mehmet Ali Paşa merhum Mısır’da askerî nizamını tesis ettiği zaman birtakım Araplar askere alınmamak için sağ gözlerini çıkarırlarmış. Bunlardan birçoğunu Mehmet Ali Paşa dayaktan gebertmiş. Sebebiyse Arap’ın gözünü çıkartmasıyla bir askerden mahrum kaldığı kaziyesi değildir. Zira tek gözlü kalan Arap’ı dayak altında öldürmekle tümüyle kaybetmiş oluyor. Paşa burada sadece kendi gözüne kendisinin kastetmesi fiilinin kötü bir şey olduğunu herkese göstermek için bu cezayı bunlara uygun bulmuş.

      İşte kanun nazarında asıl cezaya şayan olan şey kastedildiği ve kasıtlar arasında da insanın kendi nefsine kastının en kötü sayıldığı için nefsine kasıt ile intihar edenler de kanunun hikmeti nazarında en büyük cani sayılmışlardır. Bunlar yalnız kendi cinayetlerinin cezasını yine o cinayetin işlenmesi suretiyle tayin etmiş oldukları için başka bir kanuni mesuliyet lüzumunu göstermemiş olurlar. Şu kadar var ki insanların çoğunluğu bu cinayetin uhrevi mesuliyetinden de yine şüphe etmezler. Zira derler ki “Nefsine suikast eden imansız gider!”

      2

      İntihar hakkında yukarıdaki bölümümüzde arz ettiğimiz bazı mülahazaları daha ziyade genişletebilirdik. Ezcümle nefsine suikast etmek hiç de yiğitlik sayılamayacağını tahlil ederek iddiamızı ispat zımnında da intiharı göze aldırmış pek çok aciz kadının bile bulunduğunu belirtebilirdik. Ancak maksadımız yalnız intihar hakkında hakimane bir cilt yazmak değildir. Belki hikâyemizden işbu ikinci kısma koyduğumuz başlık gereğince Beyoğlu’nda bir intihar vakası göreceğimizden, o vakayı görmeye ve o feci intihar hakkında hakimane olan bir fikir ile gitmek için şu kadarcık bir bilgiyi aktarmayı kâfi gördük.

      Hicri bin iki yüz şu kadar senesine tesadüf eden ağustos ayının yirmi sekizinci çarşamba sabahı idi ki Beyoğlu’nda (…) Mahallesi’nde (…) Sokağı ahalisini derinden sarsan ve içlerini acıtan bir feryat figan ile hüzne boğdu.

      Kâh “Yangın var!” diye feryatlar geliyordu, kâh “Cankurtaran yok mu?” diye bağrışmalar oluyordu.

      İlk ses hemen herkesi pencerelere koşturarak ses gelen tarafta duman, alev gibi yangına delalet eden işaretleri aramaya mecbur ettiyse de öyle bir şey görülemeyince pencerelere koşanlarda bir sakinleşme görüldü. “Cankurtaran yok mu?” sualine ise tasdik cevabı verecek kahramanları bu zamanda konu komşu arasında aramamalıdır.

      Gerçi temaşa erbapları henüz pencerelerden ayrılmamış idiler. Şu kadar var ki ihtiyaten perdeleri daha sıkıca indirerek perde aralıklarına göz uydurup vukuatı temaşaya çalışıyorlardı.

      Feryat hâlâ devam ediyor, hem de gelen sesler kadın sesleridir.

      On dakika sonra birçok ayak patırtıları işitildi. Öyle olur olmaz nazik potinlerin edecekleri patırtılar gibi değil. Asker çizmelerinden hasıl olan ayak patırtıları ki jimnastik adım yüründüğü zaman âdeta yerleri sarsar.

      Bu patırtıların sahipleri asker olduklarını tüfek, süngü ve kılıç şakırtıları da teyit için ispat ettiler. Bunun üzerine, (…) Sokağı’na nazır olan pencerelerin birkaçı açılarak dışarıya bazı başlar çıkmak derecesine kadar ahalide cüret peyda oldu.

      Gelen asker yirmi beş kadar asker olup, sekizi nizamiye ve on yedisi jandarma idi. Nizamiye efradı bir teğmenin, jandarmalar ise bir yüzbaşının kumandası altında bulunarak, fakat iki zabit de kısacık boylu, koca kafalı sivil kıyafetli bir efendinin emrine itaat ediyorlardı.

      Bu efendiyi görseydiniz bizim mahir Savcı Osman Sabri olduğunu derhâl anlardınız.

      Böyle bir vakaya gelen