Ахмет Мидхат

Esrar-ı Cinayat


Скачать книгу

gibi yalnız bir jurnal edilmekle iktifa edilir ve artık tahkikatın arkası da bırakılırdı.

      Osman Sabri Efendi’nin hakikaten mahir bir savcı olduğuna veyahut olabileceğine şüphe edilemez. Zira hangi sınıf ve meslekte olursa olsun memuru mahir eden asıl şey ancak merakından ibarettir. Eğer bir adam sanatının meraklısı olursa sonradan bütün emsal ve akranını geçeceği şüphesizdir.

      Ortada bulunan delillerden manalar çıkarmaya çalışması ve bir dereceye kadar makul manalar çıkarmış olması ve hatta şimdiki davranışına nazaran bu işin arkasını bırakmayarak tahkik ve tetkikatında devam edeceğinin de anlaşılması, Osman Sabri Efendi’nin merakına ve merakı hasebiyle işi güzel yaptığına delalet eder. Eğer bu kadar meraklı ve işin ehli olan bir memur, var olan imkânlar dâhilinde işini sağlam yapsa, dünyada daha iyisi düşünülemeyecek bir adliye memuru olacağına hiç şüphe kalmaz.

      İşte gazete yazarı araba içinde ve köprü üzerinde şu düşüncelerinden başlayarak, bizde mahkemelerin ıslahı için daha neler yapmak lazım geldiğini de düşünüyordu ki bu düşüncelerini kâğıt üzerine koysaydı hakikaten mükemmel bir adliye ıslahatı makalesi vücuda gelmiş olacağını tekrar ederiz.

      Hâlbuki gazeteci efendi Osman Sabri’nin merakını ve cinayet üzerine ne derecelere kadar gideceğini henüz tamamıyla bilmiyordu. Zira evvelce de görmüş olduğumuz gibi Osman Sabri, memuriyetine ait olan sırları hiçbir kimseye, özellikle bir gazeteciye açacak ve gazetelerin övgülerinden hoşlanacak memurlardan değildi. Eğer Mecdettin Paşa’nın bu konudaki kusurları olmasaydı, yazar efendi Galatasaray’a geldiği zaman Öreke Taşı cinayetine dair ne kadar malumatla gelmiş ise gittiği zaman da o kadar malumatla gitmiş olacaktı.

      Osman Sabri’nin itikadına göre bereket versin ki tahkikat ve mülahazatı ne derecelere kadar götürmüş olduğunu henüz Mecdettin Paşa da bilmiyordu. Eğer bilseydi işin o kısmını da gazete yazarına açacağı şüphesizdi.

      Yazar efendi gittikten sonra Osman Sabri Efendi, Mecdettin Paşa’ya dedi ki:

      “Gazete yazarı burada iken söylemek istemedim ama bendeniz, sayenizde Öreke Taşı cinayetinde tahkikatta bir iz daha açmaya muvaffak oldum.”

      “Aman ne gibi iz? Söyle canım Sabri söyle! Eğer şu işi ortaya çıkarabilip de bir şan kazanır isek, senin göğsüne güneş gibi bir nişan taktırmak benim boynumun borcu olsun.”

      “Kulunuz yalnız efendimizin şan ve şerefine hizmet etmiş olmak iftiharıyla iktifa ederim.”

      “Gerçi büyüklere şan kazandıracak olanlar küçük memurlardır. ‘Alet işler, el öğünür.’ derler. Ama biz de kendimize şeref kazandıran memurların mükâfatından geri kalmayız. Şu bulduğun yol nedir bakayım çabuk söyle!”

      “Katledilen kızın naşını kadın hastahanesine götürerek elbiselerini soyup çıkardığımız zaman, belki daha sonra tahkikat icrasınca lazım olur diye o bir Amerikan markasına ait giysiyi sararak buraya getirmiş ve diğer eşya ile beraber emanette hıfzettirmiştim. Dün akşam sofra takımları üzerinde markaya, filana benzer bir şey bulunup da onlardan da bunların sahibini keşfe bir yol bulunur mu diye bir merak sardığından eşyayı tekrar muayene ettim. Hiçbirisinde marka ve diğer işaretler göremedimse de çatal, kaşık ve bıçak takımına mahsus olan mahfazanın üzerinde bir yafta yapışık olduğunu görünce Fransızca yazılı olan bu yafta nazarıdikkatimi çekti. Üzerinde matbaa harfleri ile “Bazar Anglais” yazılmış ve onun altına da kalemle bir rakam ve bir iki harf eklenmişti.

      “Ee! Ee! Güzel dikkat!”

      “Anladım ki bu takımlar İngiliz mağazasından satılmıştır. Hemen eşyaları alıp Bazar Anglais’e gittim. Bunun oradan mı satıldığını ve kime satıldığını sordum.”

      “Güzel dirayet, aferin Sabri!”

      “Gerçekten oradan satılmış ise de bundan üç sene evvel satılarak o senenin defterleri Londra’ya gönderilmiş olduğundan kime satıldığının bilinemediğini ve yalnız kendilerince bir şifre demek olan rakamlara nazaran altı İngiliz lirasıyla sekiz şiline satıldığını söylediler.”

      “Eyvah! Fakat dur hatırıma bir şey geldi. Londra sefareti vasıtasıyla İngiliz mağazasının asıl merkezine kadar da müracaat edebiliriz.”

      “Bu da aklıma geldiyse de uzun iş. Diğer taraftan başka ve daha kestirme bir yol buldum.”

      “Ee?”

      “Öyle ya! İnşallah bunun da bir mânisi çıkmadı.”

      “Madame Lahi fistanı kan lekeleriyle görünce birdenbire ürkerek hatta kendi mağazasında böyle bir fistan yapmış olduğunu da inkâr etmek istediyse de ben ensesindeki yazıları gösterince inkâra mecali kalmadı. Bu tahkikin bir müthiş cinayet üzerine bir adliye zabıtası tarafından icra olunduğunu anlatarak vereceği haberin doğru olmasından başka, bu sırrın hiçbir kimseye ifşa edilmemesini ve şayet bir tarafa bir haber verecek olursa mesul kalacağını da anlattım. Nihayet Madame Lahi fistanı hangi konağa yapmış olduğunu söyledi.”

      “Konak” lafını işitince Mecdettin Paşa’nın gözleri fırladı. Oturduğu sandalyeden fırlayıp kalkarak büyük bir telaşla dedi ki:

      “Aman Sabri ne diyorsun? Katledilen kız konağa mı mensup imiş?”

      “Ya parmaklarında kına izleri olduğunu unuttunuz mu?”

      “Ee, hangi konağa mensupmuş bakayım?”

      “Kemanîzade’nin.”

      “Mustafa Bey’in ha?”

      “Gerçi konak Kemanîzade Mustafa Bey’in adına yâd olunuyorsa da Mustafa Bey zevcesi Hediye Hanım’ın uşağı gibi bir şey değil midir?”

      “Şimdi bu kız onların kızı öyle mi?”

      “Burasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa bu elbise o konak için yapılmış olmaktan ibarettir. Gerçi kızın Hediye Hanım ile bir ilgisinin olduğunu da ümit ederim ki bugün akşama kadar öğrenebilirim.”

      Mecdettin Paşa’yı bir dalgınlık aldı. Hayrete, dehşete, büyük ve derin bir düşünceye delalet edebilecek alametler birbirini takiben yüzünü istila ediyorlardı. Nihayet amirane bir tavır takınarak dedi ki:

      “Sabri Efendi, sana bir şey söyleyeceğim. Hediye Hanım’ın ismini bir burada benim yanımda ağza aldın. Bir daha başka yerde ağza almayacaksın. Eğer o isme bir kan sürecek olursan kendini yok bil!”

      “Aman efendim kanı ben sürecek değilim. Kan oraya kendi kendisine fışkırıp gitmiş olursa ne yapalım?”

      “Hediye hanımefendi kendi dava ederse kimsenin bir diyeceği kalmaz. Kendisi dava etmediği hâlde sen orta yere bir destan çıkarırsan hâlin yamandır. Sana acıdığımdan tembih ediyorum ki bu sır seninle benim aramda kalacaktır.”

      “Bir de Madame Lahi arasında! Zira Hediye Hanım’ın konağına yaptığı fistanı al kanlar içinde görünce Madame Lahi’nin her sırra vâkıf bulunduğuna şüphe kalmaz.”

      “Ben onu da çağırır tembih ederim! Hediye Hanımefendi ha! Aman ya Rabbi!”

      Mil Luxe modahanesinde yapılmış olan fistanın Hediye Hanım’ın konağı için yapılmış olması Mecdettin Paşa’ya ne kadar hayret verdiyse, paşanın tehditkâr tembihleri de Savcı Osman Sabri Efendi’ye o kadar hayret vermişti.

      Osman Sabri Efendi’nin inancına göre insanlar mademki bunca nefsi marazlarla doludurlar ve mademki cinayet denilen şey mutlaka nefsin kötülüklerinin şevkiyle vücuda gelir bir harekettir, o hâlde ister Hediye Hanım olsun, ister kim olursa olsun cinayet işleme kabiliyetinde yaratılışça ve mevki olarak uzak sayılabilecek hiçbir insan