Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт

Gizli Bahçe


Скачать книгу

kata çıkar çıkmaz bir kapının kolunu çevirmek geçti aklından. Bayan Medlock’un dediği gibi tüm kapılar kapalıydı fakat nihayet elini bir kapı kolunun üzerine koydu ve kolu çevirdi. Kapı kolunun zorlanmadan döndüğünü ve hafifçe ittiğinde kapının ağır ağır açıldığını fark ettiğinde bir anlığına korktu. Kocaman bir kapıydı ve büyük bir odaya açılıyordu. Duvarda nakışlı duvar kâğıtları vardı ve odanın ortasında Hindistan’da gördüklerine benzeyen işlemeli mobilyalar bulunuyordu. Kurşun çerçeveli geniş bir pencere bozkıra bakıyordu; şömine rafının üzerinde öncekinden daha da meraklı bakan, sert görünümlü çirkin kızın bir portresi daha vardı.

      “Belki de önceden bu odada uyuyordu.” dedi Mary. “Bana öyle bir bakıyor ki kendimi bir garip hissediyorum.”

      Sonra daha fazla kapı açtı, sonra daha da fazla. O kadar çok oda görmüştü ki yorgun düştü ve saymamış olsa bile “Burada kesin yüz oda vardır.” diye düşündü. Hepsini içinde ya eski resimler ya da tuhaf manzaralı eski goblenler vardı. Neredeyse hepsinde ilginç mobilya parçaları ve ilginç süs eşyaları vardı.

      Bir hanımın odası gibi görünen odalardan birinde, duvarlar işlemeli kadifeyle kaplıydı ve bir vitrinin içinde fil dişinden yapılma yüz kadar fil diziliydi. Hepsi farklı ebattaydılar ve bazılarının sırtında seyis veya tahtırevan vardı. Bazıları diğerlerinden oldukça büyüktü ve bazıları o kadar küçüklerdi ki bebek fillere benziyorlardı. Mary, Hindistan’da fildişi oymalar görmüştü ve filler hakkında her şeyi biliyordu. Vitrinin kapısını açtı ve tabureye çıkıp uzunca bir süre onlarla oynadı. Yorulunca filleri sıraya dizdi ve vitrinin kapısını kapadı.

      Uzun koridorlar ve boş odalarda dolandığı süre boyunca hiçbir canlı varlık görmedi; fakat bu odada bir şey gördü. Vitrin kapısını kapadıktan sonra hafif bir hışırtı duydu. Bu ses onun yerinde zıplamasına ve şömine yanındaki kanepeye bakmasına sebep oldu çünkü ses oradan gelmiş gibiydi. Kanepenin köşesinde bir yastık, yastığın kadife kılıfının kenarında da bir delik vardı ve deliğin içinden minik bir burun ve korkulu bir çift göz uzanıyordu.

      Mary ona bakmak için yavaşça ilerledi. Bu parlak gözler minik gri bir fareye aitti ve fare yastığı kemire kemire kendine rahat bir yuva yapmıştı. Yanında altı bebek fare birbirine sokulmuş uyuyorlardı. Yüz odada canlı hiçbir varlık olmasa da burada hiç de yalnız görünmeyen yedi fare vardı.

      “Bu kadar korkmuyor olsalardı onları alıp yanımda götürürdüm.” dedi Mary.

      Daha fazla dolanamayacak kadar yorulduğu için geri döndü. Yanlış koridora saparak birkaç kez yolunu kaybetti ve doğru yolu bulana kadar oradan oraya dolanmak zorunda kaldı; fakat sonunda kendi katına vardı, gerçi yine de kendi odasına uzaktı ve tam olarak nerede olduğunu kestirememişti.

      “Galiba yine yanlış koridora saptım.” dedi, duvarları goblen kaplı küçük bir geçidin sonu gibi görünen yerde durarak. “Ne tarafa gideceğimi bilmiyorum. Her şey ne kadar da sessiz!”

      Orada durmuş bunları söyledikten hemen sonra sessizlik bir sesle bozuldu. Yine bir ağlama sesiydi fakat dün gecekine benzemiyordu; duvarları aşıp gelen kısa bir ağlamaydı, huysuz, çocukça bir mızmızlanma gibiydi.

      “Öncekine göre daha yakından geliyor.” dedi Mary, kalbi hızla atmaya başlamıştı. “Ve gerçekten de bir ağlama sesi.”

      Elini kazara yanındaki goblen kaplı duvara koyunca irkilerek geri sıçradı. Bir kapı goblen kumaşla kaplanmıştı ve o dokununca kapı açılmış, ardında başka bir koridor belirmişti ve Bayan Medlock elinde bir dolu anahtarla ve yüzünde ters bir ifadeyle kendisine doğru geliyordu.

      “Senin ne işin var burada?” dedi ve Mary’yi kolundan tutup itekledi. “Sana ne demiştim?”

      “Yanlış koridora saptım.” diye açıkladı Mary. “Ne tarafa gideceğimi bilemedim ve ağlayan birini duydum.”

      Şu anda Bayan Medlock’tan nefret ediyordu fakat biraz sonra daha da nefret edecekti.

      “Hiçbir ses duymadın.” dedi kâhya. “Derhâl kendi odana geri dönüyorsun yoksa kulaklarını çekerim.”

      Sonra onu kolundan kavrayıp kendi odasına varana kadar bir geçitten diğerine itekledi.

      “Bana bak.” dedi. “Sana nerede kal deniyorsa orada kalacaksın, yoksa kendini kilit altında bulursun. Beyefendi dediği gibi sana bir dadı tutsa iyi olacak. Sana göz kulak olacak şöyle sağlam biri lazım. Benim işim başımdan aşkın.”

      Odadan dışarı çıktı ve kapıyı çarparak kapattı. Mary öfkeden beti benzi atmış bir hâlde şömine önündeki kilime oturdu. Ağlamıyordu fakat dişlerini sıkıyordu.

      “Ağlayan birisi vardı, kesinlikle vardı, vardı işte!” dedi kendi kendine.

      Şu ana kadar o sesi iki kez duymuştu ve yakında ne olduğunu öğrenecekti. Bu sabah bir sürü şey öğrenmişti. Kendini uzun bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyordu ve her hâlükârda kendini eğlendirecek bir şeyler bulmuştu; fil dişinden fillerle oynamış, kadife yastığın içine yuva yapmış gri fare ve yavrularını görmüştü.

      VII. BÖLÜM

      BAHÇENİN ANAHTARI

      Bu olaydan iki gün sonra, Mary gözlerini açar açmaz yatağından hemen doğruldu ve Martha’ya seslendi.

      “Bozkıra bak! Bozkıra bak!”

      Yağmur fırtınası dinmiş ve rüzgâr gri sis ve bulutları geceleyin süpürüp atmıştı. Rüzgâr da dinmişti ve bozkır üzerinde pasparlak ve masmavi bir gökyüzü belirmişti. Hindistan’da gökyüzü sıcak ve alev alevdi; buradaki ise çok güzel, dipsiz bir gölün suyu gibi parıldayan masmavi bir gökyüzüydü ve mavi kubbenin orasında burasında kar beyaz koyunlar gibi görünen küçük bulutçuklar vardı. Bozkırın sonundaki dünya, kasvetli bir morumsu siyah veya iç karartıcı berbat bir gri değil yumuşacık bir maviye bürünmüştü.

      “Evet.” dedi Martha neşeyle gülümseyerek. “Fırtına dindi. Senenin bu zamanında böyle olur. Sanki daha önce hiç buralara uğramamış ve uğramaya da hiç niyeti yokmuş gibi bir gecede ortadan kayboluverir. Çünkü bahar yaklaşıyor. Henüz daha çok var ama geliyor.”

      “Ben de İngiltere’de hep yağmur yağıyor ve hava hep karanlık zannetmiştim.” dedi Mary.

      “Ah! Yok canım!” dedi Martha, kararmış fırçalarının arasına çömelip otururken. “Heç eyle deel!”

      “Ne demek o?” diye sordu Martha ciddiyetle. Hindistan’da yerliler yalnızca çok az kişinin anladığı farklı aksanlarla konuşurlardı, bu yüzden Martha onun anlamadığı bir şekilde konuşunca şaşırmıyordu.

      Martha ilk sabah olduğu gibi kahkaha attı.

      “Bak yine oldu.” dedi. “Yine Bayan Medlock’un yapma dediği gibi yayık Yorkshire aksanı ile konuştum. ‘Heç eyle deel’ demek ‘hiç öyle değil’ demek.” dedi yavaşça ve dikkatle telaffuz ederek. “Ama öyle söylemek zor geliyor. Yorkshire güneşliyken dünyanın en güneşli yeridir. Size bozkırı seveceğinizi söylemiştim. Hele bir de altın renkli karaçalı veya süpürge otu tomurcuklarını, çiçek açan katırtırnaklarını, mor çan çiçeklerini, uçuşan yüzlerce kelebekleri, vızıldayan arıları ve pır pır uçup ötüşen tarla kuşlarını görün. Dickon gibi gün doğumuyla dışarı çıkıp tüm günü dışarıda geçiresiniz gelir.”

      “Oraya gidebilir miyim acaba?” diye sordu Mary pencereden dışarı bakıp uzaklardaki maviliğe iç geçirerek. O kadar yeni, kocaman, harika ve ilahi bir renkti ki bu.

      “Bilemiyorum.” diye yanıtladı Martha.