farkında.”
Bu yaşlı adamla karşılaşmak dünyadaki en tuhaf şeydi. Tombik, küçük, kızıl ceketli kuşa sanki onunla hem gurur duyuyor hem de ona çok düşkünmüş gibi bakıyordu.
“Çok mağrurdur.” diye kıkırdadı adam. “İnsanların kendisi hakkında konuşmasına bayılır. Bir de meraklıdır ki… İnan bana, onun gibi meraklısı, her işe burnunu sokanı yoktur. Ne ekip dikiyorum diye gelip inceler. Bay Craven’ın öğrenmeye yeltenmediği şeylerin hepsini bu bilir. Buranın başbahçıvanı bu kuştur, gerçekten.”
Kızılgerdan hoplayıp zıplayıp eşeleniyor, arada bir durup çaktırmadan onlara bakıyordu. Mary onun siyah çiğ tanesi gözlerinin kendisini merakla süzdüğünü düşündü. Sanki kendisi hakkında her şeyi çözüyor gibiydi. Yüreğindeki tuhaf his yükselmeye başladı.
“Kardeşleri nereye uçtular?” diye sordu.
“Bilinmez. Büyük kuşlar onlara yuvalarından uçmayı öğretirler ve onlar da ansızın uçup dağılıverirler. Bu açıkgözlüydü, yalnız kalacağını biliyordu.”
Küçük Hanım Mary, Kızılgerdan’a doğru bir adım atıp ona dikkatlice baktı.
“Ben çok yalnızım.” dedi.
Daha önce, onu bu kadar huysuz ve aksi yapan şeylerden birinin bu olduğunun farkında değildi. Kızılgerdan ile birbirlerine bakınca fark etmişti bunu.
Yaşlı bahçıvan şapkasını kel kafasının üzerinde geri itip kıza bir süre baktı.
“Sen şu Hindistan’dan gelen kız mısın?” diye sordu.
Mary başıyla onayladı.
“O zaman yalnız olduğuna şaşmamak lazım. Burada eskisinden de yalnız olacaksın.” dedi.
Adam tekrar kazmaya koyuldu, küreğini zengin siyah bahçe toprağına daldırırken Kızılgerdan da çok meşgulmüş gibi hoplayıp zıplıyordu.
“Senin adın ne?” diye sordu Mary.
Adam, kıza cevap vermek için doğruldu.
“Ben Weatherstaff.” diye yanıtladı adam ve huysuz bir gülüşle ekledi. “Ben de yanımda kuş olmadığı zamanlarda yalnızımdır.” ve parmağıyla Kızılgerdan’ı işaret etti. “O benim tek arkadaşım.”
“Benim hiç arkadaşım yok.” dedi Mary. “Hiç olmadı da. Ayah’ım beni pek sevmezdi ve ben de kimseyle oynamazdım.”
Aklından geçeni olduğu gibi söylemek bir Yorkshire geleneğiydi ve Ben Weatgerstaff de tam bir Yorkshire bozkırlısıydı.
“İkimiz de birbirimize benziyoruz.” dedi. “Hamurumuz aynı. İkimiz de çirkiniz ve ikimiz de göründüğümüz kadar suratsızız. İkimizin de aksi huyları var, ikimizin de aynen öyle.”
Bu dümdüz, dolaysız bir konuşmaydı ve Mary Lennox kendisi ile ilgili gerçeği daha önce hiç duymamıştı. Yerli hizmetçiler onun önünde eğilirler ve ona itaat ederlerdi. Kendisinin nasıl göründüğü ile ilgilenmemişti daha önce fakat şimdi Ben Weatherstaff’tan daha sevimsiz olup olmadığını merak etmişti, bir de Kızılgerdan gelmeden önce onun göründüğü kadar huysuz görünüp görünmediğini merak etti. Ayrıca, gerçekten de “aksi huylu” olup olmadığını da merak etti. Rahatsız olmuştu.
Birden yakınında ufak bir kıpırtı sesi duyunca dönüp baktı. Genç bir elma ağacının yanında duruyordu ve Kızılgerdan ağacın dallarından birine konmuş şakımaya başlamıştı. Ben Weatherstaff bir kahkaha patlattı.
“Niye böyle bir şey yaptı?” diye sordu Mary.
“Seninle arkadaş olmaya karar verdi.” diye yanıtladı Ben. “Senden hoşlanmadıysa ne olayım?”
“Benden mi?” dedi Mary ve küçük ağaca doğru hafifçe yaklaşıp yukarı baktı.
“Benimle arkadaş olur musun?” diye sordu Kızılgerdan’a bir insanla konuşurmuş gibi. “Olur musun?” Bu soruyu sert sesiyle veya buyurgan Hintli sesiyle değil, yumuşak ve tatlı bir dille söyleyince, Ben Weatherstaff ıslık çalarken Mary nasıl şaşırdıysa adam da onu duyunca şaşırdı.
“Vay!” diye haykırdı. “Yaşlı ve sert bir kadın gibi değil de gerçek bir çocuk gibi hoş ve insanca söyledin. Sanırsın Dickon bozkırda vahşi hayvanlarıyla konuşuyor.”
“Dickon’ı tanıyor musun?” diye sordu Mary, aceleyle arkasını dönerek.
“Onu tanımayan yoktur. Dickon her yere girip çıkar. Böğürtlenler, funda çiçekleri bile tanır onu. Eminim tilkiler ona yavrularını gösteriyor, tarla kuşları yuvalarını ondan gizlemiyordur.
Mary birkaç soru daha sormak istedi. Dickon’ı da en az terk edilmiş bahçe kadar merak ediyordu. Fakat tam o anda şarkısını bitirmiş olan Kızılgerdan kanatlarını hafifçe salladı ve uçup gitti. Ziyaretini tamamlamıştı, artık yapacak başka işleri vardı.
“Duvarın arkasına uçtu!” diye haykırdı Mary, onu izleyerek. “Meyve bahçesine uçtu, duvarın diğer tarafına, kapısı olmayan bahçeye!”
“Orada yaşıyor.” dedi yaşlı Ben. “Yumurtadan orada çıktı. Eğer kur yapıyorsa oradaki yaşlı gül ağaçlarının arasında yaşayan yaşlı bir Kızılgerdan hanımı ayartmaya çalışıyordur.”
“Gül ağaçları mı?” dedi Mary. “Orada gül ağaçları mı var?”
Ben Weatherstaff küreğini yeniden eline alıp yeniden kazmaya koyuldu.
“On yıl önce vardı.” diye mırıldandı.
“O ağaçları görmek isterdim.” dedi Mary. “Yeşil kapı nerede? Bir yerlerde kapı olması lazım.”
Ben küreğini derine sapladı ve kızı ilk kez gördüğündeki gibi mesafeli bir şekilde baktı.
“On yıl önceydi o, artık yok.” dedi.
“Kapı yok mu!” diye haykırdı Mary. “Olması lazım.”
“Kimsenin bulacağı bir kapı yok, hem kimseyi de ilgilendirmez. İşgüzarlığı bırakıp sebepsiz yere her şeye burnunu sokma. Hadi, işime dönmem lazım. Gidip oyun falan oyna sen. Artık vaktim yok.”
Gerçekten de kazmayı bırakıp, küreğini omzuna attı ve ne kızın yüzüne baktı ne de bir hoşça kal dedi, çekip gitti.
V. BÖLÜM
KORİDORDAKİ AĞLAMA
Mary Lennox’a burada geçirdiği ilk günler birbirinin aynı gibi gelmişti. Her sabah goblen kumaşlarla kaplı odada uyanıyor, Martha’yı dizlerinin üstünden şömineyi yakarken buluyor, çocuk odasında hiç de ilginç olmayan kahvaltısını yapıyor, her kahvaltı sonrasında pencerenin önünde durup dört bir yana ve hatta gökyüzüne kadar uzanır gibi görünen kocaman bozkırı seyrediyor ve bir süre sonra dışarı çıkmazsa içeride kalıp hiçbir şey yapmamış olacağını fark edip dışarı çıkıyordu. Yapabileceği en iyi şeyin bu olduğundan haberi yoktu; hızlı hızlı yürümeye başladığı ya da patikalarda, yollarda koşmaya başladığı zaman yavaş akan kanının hızlandığından, bozkırda esen sert rüzgâra karşı savaşırken bunun kendini güçlü kıldığından haberi yoktu. Kendini sıcak tutmak için koşuyordu yalnızca. Suratına doğru esen, göremediği bir dev gibi kükreyen ve onu engelleyen rüzgârdan nefret ediyordu. Fakat bozkırın üzerinde esen sert, temiz havada aldığı derin nefesler ciğerlerini cılız bedenine iyi gelen bir şeyle doldururken, yanaklarını al al yaparken ve donuk gözlerini pırıl pırıl parlatırken o bunların hiçbirinden haberdar değildi.
Fakat dışarıda