ki.” dedi Mary. “Oynayacak bir şeyim yok.”
“Oynayacak bir şeyiniz yok mu!” diye haykırdı Martha. “Bizim çocuklar sopalarla, taşlarla oynarlar. Etrafta koşuşturup bağrışıp çağrışırlar, sağa sola bakınırlar.”
Mary bağırmazdı ama sağa sola bakınırdı. Yapacak başka bir şey yoktu. Bahçelerde dolanır, parkların içindeki patikalardan yürürdü. Bazen Ben Weatherstaff’a bakınıyordu, onu çoğunlukla görmesine rağmen genelde ya çok meşgul ya da çok suratsız oluyordu. Bir keresinde ona doğru yürürken adam küreğini alıp sanki kasten arkasını dönüp yürüyüp gitmişti.
Bir yere diğerlerinden daha sık gidiyordu. Etrafı duvarlarla çevrili bahçelerin dışındaki uzun yürüyüş yoluydu burası. Yolun her iki kenarında çıplak çiçek tarhları vardı ve duvarlar yoğun sarmaşıklarla kaplıydı. Duvarın bir bölümündeki koyu yeşil sarmaşık yaprakları diğer taraftakilere kıyasla daha gürdü. Görünüşe göre bir süredir bu bölüm ihmal edilmişti. Diğer taraflar düzgün görünmeleri için budanmıştı fakat yolun aşağısındaki bu bölüme dokunulmamıştı bile.
Mary burayı Ben Weatherstaff ile konuştuktan birkaç gün sonra fark etti ve neden böyle olduğunu düşündü. Öylece durmuş, rüzgârda sallanan sarmaşık dalına bakarken kızıl bir parıltı gördü ve ardında orada, duvarın üstünde muhteşem bir cıvıltı duydu, Ben Weatherstaff’ın Kızılgerdan’ı küçük başını bir tarafa eğmiş, Mary’ye bakmak için öne doğru uzanıyordu.
“Ah!” diye haykırdı. “Sen miydin? Sen miydin o?” Onun kendisini anlayıp cevap vereceğinden emin olduğu için onunla konuşmak hiç tuhaf gelmiyordu.
Cevap verdi de. Sanki ona bir şeyler anlatıyormuş gibi şakıdı, cıvıldadı, duvarın üstünde hoplayıp zıpladı. O, kelimelerle konuşmasa bile Küçük Hanım Mary de onu anlıyor gibiydi. Sanki şöyle söylüyordu:
“Günaydın! Rüzgâr ne hoş, değil mi? Güneş ne güzel, değil mi? Her şey ne kadar da güzel, değil mi? Haydi birlikte cıvıldayıp, hoplayıp, şakıyalım. Haydi! Haydi!”
Mary gülmeye başladı ve o duvar boyunca hoplayıp ufak ufak uçarken Mary de onun peşinden koştu. Zavallı cılız, solgun, çirkin Mary… Bir anlığına gerçekten de güzel görünüyordu.
“Seni seviyorum! Seni seviyorum!” diye haykırdı Mary yolda koşturarak; kuş gibi cıvıldamaya ve ıslık çalmaya çalıştı, hem de bunu nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yokken. Fakat Kızılgerdan memnun olmuş gibi görünüyordu, ona cevap verir gibi cıvıldayıp ıslık çaldı. Sonunda kanatlarını gerip havalandı ve bir ağacın tepesine konup orada yüksek sesle şakımaya başladı.
Bu Mary’ye onu ilk gördüğü zamanı hatırlattı. O bir ağacın tepesinde sallanırken Mary de meyve bahçesinde duruyordu. Şimdi kendisi meyve bahçesinin diğer tarafındaydı ve duvarın dışındaki patikada, daha da aşağıda duruyordu ve içerideki yine aynı ağaçtı.
“Bu ağaç kimsenin giremediği bahçede.” dedi kendi kendine. “Burası kapısız bahçe. Kuş burada yaşıyor. Keşke nasıl bir yer olduğunu görebilsem!”
İlk sabah girdiği yeşil kapıya giden yola koştu, sonra diğer kapıya giden yoldan aşağı koştu ve sonra da meyve bahçesine. Durup yukarı bakınca duvarın diğer tarafındaki ağaç görünüyordu, Kızıl-gerdan şarkısını bitirip, gagasıyla tüylerini düzeltmeye koyulmuştu.
“Burası o bahçe,” dedi. “Eminim bundan.”
Etrafında dolanıp, meyve bahçesinin o duvarını yakından inceledi fakat daha öncekinden farklı bir şey bulamadı, bahçenin kapısı falan yoktu. Sonra yine mutfak bahçelerine koştu ve oradan da yürüyüş yoluna çıkıp sarmaşık kaplı uzun duvara gitti, duvarı sonuna kadar yürüdü ve iyice bakındı ancak kapı falan yoktu; sonra yine duvarın diğer ucuna yürüdü ve orada da herhangi bir kapı göremedi.
“Çok tuhaf.” dedi. “Ben Weatherstaff kapı yok dedi ve ortalıkta kapı falan yok. Ama Bay Craven anahtarı gömdüğüne göre on sene önce bir kapısı olmuş olmalı.”
Bu olay kafasını o kadar meşgul ediyordu ki daha da meraklanmaya başladı ve artık Misselthwaite Malikânesi’ne geldiği için üzülmediğini hissetti. Hindistan’da hava hep çok sıcak olurdu ve insanın bir şeylerle ilgilenmeye mecali olmazdı. Gerçek şuydu ki bozkırda esen taze rüzgârlar onun genç beynindeki örümcek ağlarını süpürmeye ve onu yavaş yavaş uyandırmaya başlamıştı.
Neredeyse tüm gün dışarıda vakit geçiriyordu ve akşam yemeğine oturduğunda kendini acıkmış, uykusu gelmiş ve rahatlamış hissediyordu. Martha gevezelik ettiğinde sinirlenmiyordu. Onu dinlemekten hoşlandığını hissediyordu ve nihayet ona bir soru sormaya karar verdi. Sorusunu akşam yemeğini bitirip şöminenin önündeki kilime oturunca sordu.
“Bay Craven o bahçeden neden nefret ediyor?” dedi.
Martha’nın kendisiyle kalmasını istemiş, Martha da buna karşı çıkmamıştı. Martha çok gençti ve kardeşlerle dolu bir kulübede yaşamaya alışkındı; uşaklar ve kıdemli hizmetçilerin onun Yorkshire aksanıyla dalga geçtiği, ona tepeden baktıkları ve aralarında onun hakkında fısıldaştıkları kocaman hizmetçi odasında kendini pek rahat hissetmiyordu. Martha konuşmayı seviyordu ve Hindistan’da yaşamış olan ve siyahiler tarafından bakılmış olan bu tuhaf çocuk onun ilgisini çekecek kadar özgündü.
Davet beklemeden kilime oturdu.
“Hâlâ o bahçeyi mi düşünüyorsunuz?” dedi. “Düşüneceğinizi biliyordum. Ben de onu ilk kez duyduğumda düşünmeden edemiyordum.”
“Neden oradan nefret ediyor?” diye ısrar etti Mary.
Martha ayaklarını altına alarak rahat bir pozisyonda oturdu.
“Evin etrafında uğuldayan rüzgâra kulak verin.” dedi. “Bu gece bozkırda olsaydınız ayakta zor dururdunuz.”
Mary durup dinleyene kadar “uğuldama” kelimesinin anlamını bilmiyordu ama sonra anladı. Sanki kimsenin göremediği bir dev evi yumrukluyor ve içeri girmek istercesine duvarlara ve camlara vuruyormuş hissi yaratan, evin etrafında dönüp duran içi boş kükreme demek olmalıydı. Ama insan onun eve giremeyeceğini biliyor ve kömürün kırmızı alevinin ısıttığı odanın içinde kendini bir şekilde güvende hissediyordu.
“Ama neden oradan bu kadar nefret ediyor?” diye sordu, dinledikten sonra. Martha’nın bilip bilmediğini öğrenmek istiyordu.
Derken, Martha bildiklerini ortaya döktü.
“Dinle.” dedi. “Bayan Medlock bu konu hakkında konuşulmaması gerektiğini söyledi. Bu evde konuşulmaması gereken o kadar çok şey var ki. Bunlar Bay Craven’ın emri. Onun meseleleri hizmetçileri ilgilendirmezmiş, o öyle diyor. Fakat bahçe ile ilgili durum biraz daha farklı. İlk evlendiklerinde bahçe Bayan Craven’ınmış ve orayı çok seviyormuş, çiçeklerin bakımını birlikte yaparlarmış. Bahçıvanlardan hiçbirinin içeriye girmeye izni yokmuş. İkisi birden içeriye girer, kapıyı kapatıp saatlerce orada kalırlar, kitap okurlar, muhabbet ederlermiş. Bayan Craven biraz da küçük bir kız çocuğu gibiymiş o zamanlar, koltuk gibi eğilmiş bir dalı olan eski bir ağaç varmış. Bu dalın üzerine doğru sarılan güller yetiştirmiş ve orada oturmaya başlamış. Fakat bir gün orada otururken dal kırılmış, yere düşmüş ve öyle kötü yaralanmış ki ertesi gün vefat etmiş. Doktorlar Bay Craven’ın aklını yitirip öleceğini düşünmüşler. Oradan bu yüzden nefret ediyor. O gün bugündür oraya giren çıkan olmamış, zaten orası hakkında konuşulmasına da izin vermiyor.”
Mary başka soru sormadı. Kırmızı ateşe bakıp “uğuldayan”