çalışmalarında hiçbir yasak dinlemezler. Hakikate varmak için her engeli yıkarlar. Ancak dinler, milyarlarca insanın dünya ve ahiretçe salah ve selamet imanıyla dönmüş oldukları mukaddes birer mihrap sayıldıkları için onlardan koyu inkâr şeklinde hor görerek söz etmek de caiz görülemez.”
Enis Buharî, iskemlesi üzerinde iki defa kalkıp oturarak: “Ağzınızı öpeyim beyefendi…”
Feylesof, yüzünde gezinen gülümsemeyi genişleterek: “Bugünkü şekliyle dinin, ilim ve felsefe karşısında tutunabilmesine imkân yoktur. Her şey ilerlesin, değişsin, yalnız dinler on beş yirmi asır evvelki çocukluklarını koruyarak yine bütün âlemce muta11 olsunlar. Bunu akıl kabul etmez.”
Başyazar: “Din itikatlerinde, rivayetlerinde matematik kesinlik aranmaz. Dinler, metafizik belirsizliklerle dolu birer maneviyat âlemidir. Herkes, evet herkes, onları ruhça uyanıklığının derecesine göre genişleterek kabul eder. Ne yapalım, insanlık en vahşilerinden en medenilerine kadar putsuz, Allah’sız, itikatsız yaşayamıyor. Boşluklardan korkuyor, tutunacak bir temel arıyor. Dindar büyük feylesoflar bulunduğunu inkâr edemezsiniz. Onun için felsefe, araştırmalarında engel tanımayarak hırçın görüşlerle ilerlesin, fakat dinle pek tepişmesin, onu kendi hâline bıraksın. Bugün, felsefe dine uyamıyorsa, emin olunuz, yarın din felsefeye uyacaktır.”
Vaiz Enis Buharî’nin ağzı yarım karış açıldı. İnsanlık hayatında dine de felsefeye de ister istemez bir yer veren bu sözleri büyük bir alaka ile dinliyor, biraz kendi cehlini anlar gibi oluyordu. Onun da dinden şüphelendiği noktalar yok değildi. Ama koyu taassubu yüzünden bunları derinleştirmekten korkuyordu. Şimdi, feylesofa döndü. Onun vereceği cevabı dikkatle bekler bir hâl aldı.
Feylesof bu sefer gülümsemedi. Çatkın, ciddi bir suratla başladı:
“Felsefe, birçok asırlar dinin yardakçılığını yaptı. Fakat her adımda ayaklarını köstekleyen efendisinin bu uşaklığından artık kurtuldu. İlk zamanların cahil adamları kendilerinden daha cahillere karşı Allah ve din adına hiçbir ölçüye uymayan gülünç yalanları uydurdukça uydurmuşlar. Sonra tefsirciler gelmiş, bunlara daha gülünç kulplar takmaya uğraşmışlar. Kimi, cennetten kovulan Âdem’i Seylan Adası’nda Not Dağı’na, Havva’yı Hicaz civarına indirir. Öteki, buna karşı koyarak başka iniş yerleri gösterir. Sonra iniş tarihinde tarihçiler uyuşamazlar. Sonunda bu tarihin, İsa’dan önce 5584 ve hicretten 6216 yıl evvel olduğu kabul edilir. Görüyor musunuz, aslı faslı olmayan ilk büyük yalanın üzerine yığılan başka yalanlar. Cennet neresi? Onun çamurundan yapılmış bir adam, ara yerdeki yüz binlerce fersahlık havasız boşluklar içinde, boğulmadan buraya nasıl iniyor? Bu adamlar, kâinatı kendi anlayışları derecesinde küçültüyorlar, adileştiriyorlar.”
Başyazar: “Vakıa, dinlerde safça sözler vardır. Bunlar o zamanlardaki insanların düşüncelerine göre söylenmişti. Onlara başka türlü din telkini yapılamazdı.”
Feylesof: “Peki, cahiliyet devirlerinde pişirilip kotarılan bu kokmuş aşları yirminci asır insanlarının önlerine nasıl koyuyorlar? Âdem’in yeryüzüne inişlerinin tarihlerinin son rakamlarına bakıyor musunuz? 84 ve 16… Ne bir eksik, ne bir ziyade. Bu uydurma vakanın tarihlerini göstermekteki bu katilik kadar gülünç ne düşünülebilir? Tarihten evvelki zamanlardan söz edecek tarihçiler, prehistorienler tam bilgin olmalıdırlar. Bunların jeoloji, botanik, etnografi, antropoloji, anatomiyi iyi bilmeleri lazımdır. Cennetten kovulan çamurdan yapılma bu bir çift insan hangi dilden konuşurlardı? Tabiatın en çapraşık sırlarını anlayıvermekte dinler için hiç güçlük yoktu. Onlar bir üfürükle çamurları canlandırırlar, başka bir üfürükle istedikleri dilden konuştururlar.”
Başyazar: “Evet, dinlerin bu anlattıkları pek safçadır. Fakat ilimler, tabiatın esrarı hakkında son sözlerini söyleyebilecekler mi?”
Feylesof: “Söyleyemeseler de uydurmayacaklardır. İncelemelerinde derin tecrübe usulleri, büyük ihtiyatlarla yürüyeceklerdir. İnsaniyet, herhangi bir hakikat derecesine ancak bu sayede varacaktır. Çamurdan adam ve kadını dinler mitolojisinin müzesine kaldırdıktan sonra, kurulu itikatlardan hiçbirine iltifat etmeden, şimdi bağlantısız, serbest serbest düşünelim. Biz kimiz? Şurada burada kendi kendine yetişir gibi biten ebegümecinin bile kâinat kadar eski bir tarihi vardır. Biz, kendi yaradılış tarihimizi bilmiyoruz. Biz, ne cennetten kovulduk ne gökten indik. Biz, bu toprağın üzerinde doğduk. Bizi yapanlar erkek kadın, iki insandır. Bu insanlar da yine kendileri gibi insanlardan doğmuştur. Şimdi biz cinsimizin başını arayacağız. Nereden başlıyor?”
5
Enis Buharî Efendi bu kâfirce sözler karşısında sakalını sıvazladı, sıvazladı. Yüreğinde kıvrılan bir acaba? sualiyle düşünüyor, fakat yine hemen taassup tarafı üstün gelerek düştüğü bu ufacık duralamadan dolayı kendi kendini lanetliyor, içinden tövbeler, istiğfarlar ediyordu.
Nihayet yine dayanamadı, sordu: “Demek ki, gökten gelen haberlerin hiçbirine itibar etmeyip, kendi kendimizin ne olduğunu arayacağız?”
Feylesof: “Şüphesiz. Eğer bir dinin yasak ettiği şeylerden tamamıyla çekinmiş olsaydık, bugün çöllerde yaşayan bedevilerden hiç farkımız kalmazdı. Resim yasak, heykel yasak, müzik günah, güzel sanatlara ve eğlencelere dair her ne varsa bunlar oyun adı altında toplanarak uğraşanlarını, Allah saklasın cehennemlik eden şeylerden sayılır. Din sopalarının insanları kakıştırdığı bu töreye gidilseydi bütün dünya miskinler tekkesine dönerdi. Hâlbuki bugün medeniyetin eğlencelere ne kadar geniş yer verdiğini görüyorsunuz.”
Başyazar: “Efendim, dinlerin bu şeyler hakkındaki yasakları, buyurduğunuz derecede şiddetli değildir. Sonradan sonraya kaba sofular haddi aşırarak işi azıtmışlardır.”
Feylesof, sesini yükselterek: “Halkı cehennemle korkuta korkuta nefes alamayacak hâle getiren bu vaiz efendiler değil mi?”
Enis Buharî Efendi, cehennemden, zebanilerin ateşli tozlarından gırtlağını yırtarcasına haykırarak söz ettiği zaman, karşısında istiğfarlarla titreyen bir cemaat görmeye alışmıştı. Çok dar ve kaba din konusundaki bildikleri, bu işte çene yarışına çıkmaya pek elverişli olmadığı için sıkılıyor, elinden gelse hemen oracıkta feylesofu boğuvermek şiddetlerine düşer hâller geçiriyordu.
Feylesof, bu din umacılarından öç almak fırsatını kaçırmayarak sözünü kesmedi:
“İnsanların dinî masallarla oyalandırıldığı artık yetişir. Bu dünya ne bir haftada yaratılmıştır ne altı ayda ne on senede… Hocam, kulağını bana ver. Aç gözünü, ilk nebülözün Güneş’ten ayrıldığı zaman, aşağı yukarı bir trilyon yıldan fazla tahmin olunuyor. Bu rakamların anlattıkları kadar şeyi kavrayabilecek kadar sayı bilgisinde kuvvetli misiniz, bilmiyorum. Düşününce bu sayı insana baş dönmesi getirir. Ve sonra, güneşten kopan bu ateş parçasının çevresinin soğuyup kabuk bağlamaya başlaması için de iki milyar sene hesap olunuyor. Bu hesaplar ne gökten inmiş ne de Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla bildirilmiştir. Bu işe ait ilimler, fenler üzerinde çalışılarak bulunmuş şeylerdir. Jeoloji bilginleri bu toprağın tarihini birbirine eş olmayan beş bölüğe ayırırlar. Ben size jeoloji dersi verecek değilim. Kısaca söyleyeyim ki, bu devirlerin de araları milyonlar ve yüz binlerce yıllar sürmüştür. Her devrin tabakalarında rastlanan eserler ve fosillerin gösterdikleriyle hükümler veriliyor. Birinci devirde balıklar, ikincide kurbağalar, yerde sürünen hayvanlar, üçüncüde kuşlar ve memeliler, dördüncüde insan görülüyor. Yeryüzünde hayatın ne zaman başladığını aşağı yukarı bile kestirmek imkânı yoktur. Bu hususta kabul edilecek bir şey varsa, o da soğumaya başlamış olan suların, yetmiş derece sıcaklığa