da mı insan olduk? Mesele bu hâlde iken, 1891’de Eugène Dubois adında Hollandalı bir asker doktoru, Java adasında ve üçüncü ile dördüncü devir arasındaki toprakta bir kafatasıyla bir uyluk kemiği ve üç diş bulur. Yapılan araştırmalar sonunda bunların antropoit maymunuyla insan arasındaki ortalama üçüncü bir mahluka ait olduğu anlaşılır. Ve buna da pithecanthropus erectus, yani, ‘iki ayak üzerinde dik yürüyen maymun adam’ adı verilir. Anthropoide’lerden daha çok insanlara yaklaşan bu tipe ne diyeceğiz? Bu ‘maymun adamın’ nesli yeryüzünden büsbütün kalkmış mıdır? Yoksa hâlâ yaşayanları var mıdır? Büyük ormanlardan geçenlerin ara sıra böyle insana benzer tüylü bir mahluka rastladıkları işitilmiyor değil… İşte ben bunu arıyorum. İnsan, kemal bula bula doğruca kendine mahsus bir soydan mı geliyor, yoksa kendine çok yaklaşan bu hayvanlardan mı ayrılıyor? Adına primatlar denilen memeli hayvanlardan, maymunlara dair olan gruba bugünkü sınıflamada insanları da sokuyorlar. Meseleyi ne taraftan alırsak alalım, yeryüzündeki bitkinin olsun, hayvanın olsun ilk hayatı, tek hücreden başlayıp, sonradan çevrelere göre gelişerek hesapsız nevilere ayrılmış olduğu için solucan, salyangoz, kertenkele, köpek balığı, ayı, maymun, domuzla hep bir asıldan gelme kardeşleriz.
Müzeleri gezmezden, anatomi ve fizyoloji kitapları karıştırmazdan, toprak altlarını kazarak fosillerle uğraşmazdan önce, kendi vücudumuzu yoklayalım. Hiç şüphe yok ki, soyumuzun ilk çıktığı zamanda biz tamamıyla bugünkü şekilde değil idik. Birçok başkalaşmalardan sonra bu hâli bulduk. Parmaklarımızın uçlarındaki tırnaklara bakalım. Bunlar nedir? Tabiat bunları bize vahşilik zamanımızda canavarlar gibi silah olarak kullanmak için vermiştir. Bugün de birbirimizi tırmaladığımız olmuyor değil. Zekâmızla saldırma ve koruma aletleri icat ettikten sonra, eski surette kullanılmalarına ihtiyaç kalmayan tırnaklı pençe bugünkü el şeklini almıştır. Bununla beraber, bazı hanımlar, uçlarını sivriltip kan rengiyle cilaladıkları bu aletleriyle ilk vahşetlerden çok ayrılmamış olduklarını lütfen hatırlatıyorlar. Medeni bir kadın, yırtıcı bir kedi sembolünü işte kızıl sivri tırnaklarında taşıyor. Köpekteki azı dişleri bizde de vardır. Eski kitaplarda bunlara esnan-i kelbiye demekten çekinmemişler, Fransızlar da canine sözüyle bu benzerliğe açık açık işaret etmişlerdir.
Bir de kuyruk sokumumuza el atalım. İsim şık değil mi? Şimdi, düşerek koptuğu yeri bırakan bu eski ‘kuyrukluluğumuzun’ söylenişi acaba hangi geleneklerden döne dolaşa zamanımıza kadar geliyor? İçimizi dışımızı şöyle bir yoklarsak bugünkü cinsliliğinden gurur duyan insanın dünkü hayvan olduğuna dair hiçbir su götürmez çok delillere rastlarız. Büyükler kadar tam terbiye almamış olan çocuklar, hayvan cinsine daha yakındırlar. Kavga ederken birbirini ısırırlar. Kuyruktan kurtulduğumuz için kendimizi onlardan çok uzaklaşmış sanmayalım. Maymunların büyük cinslerinden kuyruksuzları da vardır.
İnsana benzeyenlerin dişleri de bizim gibi otuz ikidir. Hayat sicilinde maymunların, bizim öz amca oğullarımız olduklarını yine tekrarlıyorum. Malais dilinde orangutan, ‘orman adamı’ demektir.
6
Enis Buharî Efendi, kızgın alev karışık dumanı çarpık tüten inkârcı konuşmadan âdeta bir baş dönmesiyle ayrılmıştı. Kâfir feylesofu mat edemediğine esef ederek çatlıyor, hele insanın domuzla akrabalığı iddiasına bir türlü dayanamıyordu. Feylesofu yerden yere çarpmak için ne yapsın? Kimlere başvursun. Bu yalnız, kendinin başaramayacağı bir işti. Yardımcılar lazımdı… İnsanlığın şerefini kurtarmak için bu savaşmada kendisiyle birleşecek kafadarlar bulmalıydı.
Birdenbire aklına kendi ayarında şiddetli bir makale yazmış olan Ruşen Zamir geldi. Fakat bu zat kimdi? Nerede idi? Bunu nasıl anlasın? Matbaa koridorunda biraz düşündükten sonra yine yazarların odasına başvurarak kapıda sordu: “Efendim, Ruşen Zamir imzalı makalenin sahibini tanıyor musunuz?”
Yazı müdürü işten başını kaldırarak cevap verdi: “Bahis gittikçe şiddetlendiğinden, ortaya haysiyete dokunur ileri geri münasebet almaz sözler saçılıyor. Bu yüzden, bahse karışanların semtlerini, kim olduklarını kaydetmek istiyoruz. İlk önce siz kendinizi açıklayın.”
“Bendeniz Mollazade Enis Buharî’yim. Karagümrük’te Narlı Sokağı’nda 17 numarada otururum.”
Yazı müdürü bu sözleri kaydettikten sonra: “Ruşen Zamir imzası takma bir ada benziyor. Araştırdık. Bu zat, Unkapanlı imiş. O semtte bu isimle kendini herkes tanırmış.”
“Pekâlâ… Teşekkür ederim efendim… Ya o dinsiz herifin semtini sorabilir miyim?”
“Dinsiz herif kim?”
“Feylesof olacak o mervan…”
“Affedersiniz Enis Efendi, bahis, insanın dünya yüzündeki ilk çıkışı üzerindedir. Bu iş ilim çerçevesi içinde münakaşa edilebilir. Buna din karıştırmanın münasebeti yoktur. Herkes kendi vicdanınca peyda edebildiği bir itikat üzerine yürür gider. Şuna inan buna inanma diye kimseye karşı zorba vaziyeti alınamaz.”
“Ya maymunu bana baba, domuzu amca yaparsa?”
“Bu bir teoridir. Hayvan, insan hepimiz iman ettiğiniz o vahdaniyetin eseriyiz. Cenabı Halik, menfur bir şey yaratmaz. Bu, kendi kısa düşüncemizce sapıttığımız büyük bir yanlışlıktır. Kendimizi bütün mahluklardan üstün görmek yanlışı…”
“Aramızda büyük yanlışlık var, ama bu hatanın asıl hangi tarafa ait olduğunu Allah bilir. Feylesofun semtini biliyorsanız lütfediniz.”
“Bilmiyorum…”
“Bahse karışanların kim olduklarını kayıt buyurduğunuz hâlde, asıl elebaşının semtini bilmemek, açık bir bilmez görünmek olmaz mı?”
“Feylesof oldukça tanınan bir kişidir. Ne zaman olsa semti, kim olduğu kolayca anlaşılabileceği için bu ciheti ihmal ettik.”
“Onun ilmiyle amel etmediğim için, bu bahis açılıncaya kadar şöhreti bizce belli değildi. Neyse bu Allahsız’ın ne idiği belirsizi arar öğreniriz.”
Enis Buharî çekildikten sonra, yazı müdürü arkadaşlarına dönerek: “Dikkat ettiniz mi, meseleden bahsederken herifin gözleri sansar gibi parlıyor. Feylesofun semtini öğrenip de ne yapacak? Herhâlde hayra yorulacak bir niyette olmamalı. Mualla Efendi’yi görüp de haber versek… Kendini sakınsın.”
7
Enis Buharî Efendi matbaadan çıkınca Balıkpazarı, Keresteciler, doğru Unkapanı yolunu tutturdu. Tıpkı hazmolunamaz ağır şeyler yiyip de kusmak isteyen bozuk mideliler gibi işittiklerini hemen dışarı dökmek telaşındaydı.
Unkapanı’na geldi. Sokakta bir iki kişiye sordu. Ruşen Zamir ismini tanıyan olmadı. Nihayet birisi, “Ha, anladım. Siz Hayrullah Efendi’yi arıyorsunuz.” dedi.
Enis Buharî biraz şaşırarak: “Ruşen Zamir ile Hayrullah Efendi arasında çok fark var.”
“Öyledir, fakat onun asıl adı Hayrullah’tır. Gazetelere yazdığı makalelerde Ruşen Zamir takma adını kullanır… Hayrullah Efendi, insanın maymundan azman olduğu meselesinden dolayı şimdi çok sinirli bir hâldedir. Eğer siz de bu fikrin taraftarlarından iseniz peşin söyleyeyim, yersiniz dayağı… Güçlü kuvvetli bir adamdır.”
Enis Buharî Efendi, Hakk’a müracaat eder gibi kollarını havaya kaldırarak bağırdı: “Haşa haşa… Ben de bu dertle sinirlenmişlerdenim. Şiddetli cevap yazan Enis Buharî, işte o benim…”
“Öyle ise âlâ… Gidiniz Hayrullah Efendi’yle kucaklaşınız, dertleşiniz.”