işitmiş. Kapıyı bizim açtığımızı sanarak korkmamış. Oysa biz o sırada uyuyorduk. Bir şey duymadık. Saat 11’i çeyrek geçe yeşil odada bir sıraya vurulan vuruşlardan bütün şato halkı uyandı.
Perili kitabın okunmasına devam edildiği bu sırada birdenbire çakan bir şimşek odanın içini mavi bir alevle doldurdu. Karacaahmet mezarlığı korkunç görüntüsüyle ateşten bir yaldız içinde parlayan enstantane bir sinema gibi gözüktü. Kapandı. İki kardeş gözlerini yumdular. Arkasından gökyüzü bütün derinliğine birden yırtılıyor gibi bir çatırtı koptu. Ve bunu gümbürtüler izledi. Sonra göklere sığmayan bir Dragon homurdana homurdana uzaklaşır gibi oldu.
Atak, titreye titreye döşeğinden fırladı. Alevlerin saçıldığı yana birkaç defa havladı, gene yattı. Beyler, gökte şaklayan şeyin gazaplı Jüpiter’in kamçısı olmadığını biliyorlardı ama Calvados şatosunun perilerinden hassaslaşan sinirleri bu yıldırımdan sarsıldı. Gürültüden Karacaahmet cemaati bütün uyanarak beyaz giysilerinin arasından bakan kuru kafalarıyla o servi denizi altında kaynaşıyorlar gibi geldi.
III
FIRTINALI GECE
Okumalarına birkaç dakika ara verdiler. Gürültüyü izleyen sessizlik içinde dinlenirken duvarın arkasından tık tık iki üç vuruş işitir gibi oldular. Biraz kaçık benizle birbirlerine bakıştılar. Calvados’un perileri kendilerinden söz edildiğini işiterek oraya kadar mı geldiler? Biraz beklediler, bir şey yok…
İşittikleri vuruşların Perili Evler kitabının zihinlerine verdiği vehimden başka bir şey olmadığını sessiz bakışlarla birbirlerine temin ettikten sonra Orhan bir sigara yaktı. Turhan okumaya devam etti:
Auguste’le birlikte her yanı dolaştık. Salonda bulunduğumuz sırada çamaşırlığın yakınından vurma sesleri geldi. Derhal o yana koştuk. Bir şey göremedik. Tekrar aşağı indik. Madamla Amelina üst katta ağır eşyadan birinin sürüklendiğini ve sonra paldır küldür düşer gibi olduğunu duymuşlar.
16 Ekim:
Gece yarısına doğru işitilen zorlu vuruşlardan herkes uyandı. Gece şatonun içinde silahlı bir devriye yaptık. Bir şey keşfetmek mümkün olmadı.
18 Ekim:
Bu garip olaylara tanık olanların sayıları artıyor. Bucak papazının yardımcısı geldi. Cumartesiden beri şatoda yatmak lütfunda bulundu. Olan gürültüleri tamamıyla o da işitti. Daha sonraki gecelerde de bizde kalarak bundan sonra olacak şamatalara da tanık olacak.
Bu akşam oğlum Marcel geldi. Gürültülerin cinsini ve yönünü daha iyi anlayabilmek için oda kapısını açık bırakarak ikinci katta yattı. Auguste koridorda bu kapıya yakın bir yere döşeğini serdi. 11’e doğru ikinci katın merdiveninden basamaktan basamağa sıçrayarak inen iri, ağır bir topun gürültüsünden gene hep uyandık. Yarım dakika sonra tek fakat şiddetli bir vuruş evi sarstı. Daha sonra dokuz on sağır vuruş duyuldu.
19 Ekim Salı:
Davetimiz üzerine papaz yardımcısı gene şatoda kaldı. Merdivenden ağır ağır inen kaba bir ayak sesini açıkça işitti. Yarım dakika sonra zemin kata inen merdivenin ortasından tek bir vuruş duydu.
Bu hâllerin doğaüstü olaylardan olduğu hakkında papaz efendinin kuşkusu kalmadı.
Flammarion’un ek düşüncesi:
Niçin doğaüstü? Doğanın bütün kuvvetlerini tanıyor muyuz? Akıllarımızın eremediği şeyi doğaüstü diyerek izah etmiş mi oluyoruz? Doğaüstü ne demektir? Doğanın altı üstü yoktur. Bundan dolayı ne varsa onun kendindendir. Onda aşağılık, yukarılık; dış, iç tasarımı gülünçtür.
Gene metne geldik:
Ekimin 30’uncu cumartesi akşamına kadar gürültüler tamamıyla sustu. Ama o akşam yani 30 Ekim gecesi vuruşların şiddeti herkesi döşeklerinden fırlattı.
31 Ekim Pazar:
Gece pek heyecanlı geçti. Birisi pek çevik bir adımın gösterebileceği hızla ayaklarını vurur gibi paldır küldür zemin katının merdiveninden yukarı çıktı. Ayak sesleri sahanlığa gelince duvarlarda asılı bulunan şeyleri hep titretecek bir sertlikte güm güm vuruşlar işitildi.
Tam bu sırada gene bir şimşek çaktı. Gökte camları zangırdatan bir bombardıman daha oldu. Köpek, minderi üzerinden başını kaldırmadan ağlar gibi ince ince üç defa uludu, iki kardeş okumayı bıraktılar. Yüreklerini titreten bir korkuyla doğanın bu hırçınlığını dinliyorlardı. İşte tam bu anda karyolalarının baş tarafındaki duvara düzgün aralıklarla tak, tak, tak, üç defa vuruldu. Bu vuruşlar hiçbir kuruntuya bağlanamayacak bir açıklıkla duvarın üzerinde tane tane, tokça tokça işitilmişti.
İki kardeşin karyolaları kocaman odanın karşılıklı iki duvarına bitişik kurulmuştu. Baş uçlarına rastlayan kenarın ortasında çifte kanatlı kapı, ayak ucunda bahçeye ve batıya bakan üç geniş pencere… Binanın bu cephesinin önünü kaplayan yüz yıllık bir çınar, içini yeşil bir boşlukla doldurduğu odayı yazın öğleden sonra güneşten korur. Yalnız sağ uçtaki pencere, Karacaahmet’in matem siyahlığını çerçevesi içine alır.
IV
DAYI BEYİN İTİRAZLARI
İki kardeş bir şeyi ürkütmekten çekinir gibi bir süre kımıldanmaksızın birbirlerine bakıştılar. Nihayet Orhan sordu:
“İyi dikkat ettin mi? Vuruşlar ne yönden geldi?”
“İki karyolanın arasından, baş ucumuzdan…”
“Ruhlar mı?”
“Bu vakit onlardan başka kim duvarımıza vurur?”
“Kendilerinden söz edildiğini duyarak geldiler.”
“Ne istiyorlar?”
“Bilmem…”
“Bir daha vururlarsa soralım.”
Bekliyorlardı. Ama bu sefer vuruşlar duvardan değil, oda kapısından geldi. Gene bir an benizleri uçtu.
Turhan kapıya yaklaşarak: “Kim o?”
Dışarıdan bir kadın sesi:
“Benim.”
“Anne, sen misin?”
“Benim canım… aç…”
Turhan anahtarı çevirerek kapıyı açtı.
Yaşlı ama enine boyuna; eski güzelliğini kaş ve gözlerinde mihrabını, davranışlarında hanımefendilik vakarını koruyan levent gibi bir kadın, içeriye girdi. Oğullarının yüzlerine ilk bakışlarında şefkatle karışık bir azarlayışla:
“Nedir gene betiniz benziniz uçmuş? Hâlâ uyumadınız mı? Yıldırımdan belki korkmuşsunuzdur diye geldim. Galiba yakınlardan bir yere düştü.”
Kafalarında hâlâ vuruşların bilmecesiyle meşgul olan çocuklar, birer hafif gülümsemeden başka bir cevap vermediler.
Bu sırada gene oda kapısı açıldı. Hanımefendinin erkek kardeşi ve çocukların dayıları Talat Bey gecelik kılığıyla gözüktü.
Hanımefendi: “Ağabey, siz de mi uyuyamadınız?”
Talat Bey: “Nasıl uyunur efendim böyle gecede. O ne sıcak, o ne sıkıntı, o ne durgunluktu… Sinirlerim gerildi, gerildi… Sonunda yıldırımla birlikte patladı sandım.”
Hanımefendi oğullarını göstererek: “Baksanıza bunlara, ne kadar korkmuşlar. Yüzleri kireç kesilmiş.”
Dayı