sporcu, akrobat, atlet, boksör, serüven ve garabet düşkünü, ün kazanmak için tehlike ve ölüm arkasından koşan şimdiki gençliğin fırtınasından korumak kaygısıyla alargaya tutmaya uğraşıyorsunuz. Ama boşuna. Modernisme denilen bugünün havası bu garipliklerle, bu heyecan avcılığıyla dolu. Uzaktan yakından bu havayı soluyan her genç ruhunda bir kaynama duyuyor. Eğlence ve sanatın eski ılımlı biçimleriyle artık oyalanamıyor. Ya yedi kat göklere yükselerek düşme tehlikeleriyle titremeli ya da altındaki hayvana engel atlatırken tepe aşağı dikilmeli. Veya futbol topunun arkasından dört metre havaya uçmalı. On beş metrelik yar atlamalı. Kısacası, yaptığı hüneri beceremeyince sağ kalmamalı. Bu ölüm aşkı onlara savaşın bıraktığı bir yadigârdır. Her şeyde son şiddete atılmak… Böyle olunca, romanda, tiyatroda, sinemada da sinirleri gerecek, dakikada kalbe yüz elli attırtacak heyecan serüvenleri gerek. Sizin bu kadar sakınmalarınıza karşın oğullarınız da bu yaygın gençlik hastalığından böylece etkilendiler. Dirileri bıraktılar, ölülerle konuşuyorlar. Pozitif şeylerden kaçıp gözlere görünmeyenlerin arkasından koşuyorlar.”
Hanımefendi, kardeşinin, yeğenleri üzerine bu sözlerini biraz abartmalı bularak: “Canım, ölülerle konuşup da ne yapıyorlar? Masa başında tıkır tıkır eğlenceden başka bir şey olmayan zararsız bir oyun. O tık tıkları sanki ruhlar mı yapıyorlar? Kendileri yapıyorlar. Kendi sorularına gene kendileri karşılık veriyorlar.”
Talat Bey: “Hayır, o tıkırtıları kendileri yapmıyorlar. Masa, parmaklarının altında, bilinmeyen bir kuvvetin etkisiyle harekete geliyor. Oğullarınızın ikisinde de medyumluk istidadı var. Birtakım alıştırmalarla bu psişik gücü geliştirmeye uğraşıyorlar.”
Hanımefendi: “Etsinler, ne olur?”
Talat Bey: “Ne mi olur? Bugün bir eğlence olarak başlayan bu şey yavaş yavaş bir hastalık ve bir felaket şeklini alır.”
Hanımefendi: “Nasıl?”
“Hemşire, hani ya eskiden binlik tespihleri çeke çeke akıllarını oynatmış, büyü ve sihirle uğraşa uğraşa perilere karışmış meczuplar, abdallar, babalı Araplar, huddamlı6 şeyhler vardı… İşte bu oyunun sonu da oraya çıkar. Çünkü göze görünmeyen yaratıklarla konuşmak ne demektir? Şimdi şurada siz, ben, Orhan, Turhan dört kişiyiz. Aramızda seksen bilmem kaçta ölmüş halamın ruhunu, Hacı Hüseyin Efendi’nin öbür dünyadaki kimliğini, tanıdık tanımadık birçok ölünün gözlere görünmez manevi varlıklarını bizimle beraber sayarak, senli benli onlarla konuşursak akıllı yani normal insanlardan ayrılmış olmaz mıyız? O hâlde, gaiplerle konuşan delileri niçin tedaviye uğraşmalı?”
O zamana kadar ince bir gülümseme ile dayılarını dinleyen delikanlılardan Orhan artık susmaya dayanamayarak: “Dayı bey, Londra’da, Paris’te, Amerika’da, daha birçok uygar memleketteki ispritizma kuruluşlarını, cemiyetlerini ve bunların gazetelerini, broşürlerini, yıllıklarını yani bütün yayınlarını hiçe sayarak üyelerine büsbütün budala, deli demek hakkına sahip misiniz?”
Dayı bey yan gözle yeğenine baktı ve dudaklarının bükük alayıyla: “Galiba zatıalileriniz de bu cemiyetlerden birinin onur üyesisiniz?”
Orhan: “Olsak da ne lazım gelir… Ama bizim naçiz varlığımızın böyle yüksek cemiyetlerce ne önemi olabilir?”
Şarıltılı bir yağmur başlamıştı. Bu sudan kamçılar altında oluklar, çerçeveler, kaplamalar, kiremitler, her taraf kendine özgü bir ses çıkarıyordu. Dışarıda bir gezinti oldu; perilere inananlar, inanmayanlar en ufak bir pıtırtıdan kuşkulanır gibi etrafa kulak veriyorlardı.
V
FANTOM NEDİR?
Oda kapısı hafifçe bir gıcırtıyla aralandı, Mürebbiye Madam Sermin açık göğsünü şalıyla örterek içeriye girdi. Doğruca öğrencilerine Fransızca olarak: “Korktunuz mu yavrularım? Yıldırım çok dehşetliydi. Sandım ki odama indi. Tanrıya şükür, hava biraz serinledi.”
Beyler yaşlarında ne kadar ilerleseler, mürebbiye onlara gene hep “mes petits, mes enfants” (“yavrularım, çocuklarım”) derdi.
Delikanlılar korkmadıkları cevabını vererek mürebbiyelerine teşekkür ettiler.
Dayı bey yarıda bırakmış olduğu alaycı konuya yeniden girişmek isteyerek: “Korkmuşlar… Korkmuşlar ama cesur görünmek için inkâr ediyorlar. Baksanıza benizleri hâlâ düzelmedi.”
Mürebbiye: “Göğün ateşinden korksalar da ayıp mı? Benim bile hâlâ çarpıntım savuşmadı.”
Dayı bey: “Sizin çocuklarınız göğün ateşinden çok Karacaahmet’in ruhlarından korkuyorlar.”
Mürebbiye ispritizmanın ateşli taraftarlarındandır. Yaşı elliyi geçmekle birlikte aşk, tuvalet, koketri mevsimleri de savmıştır. İhtiyar olunuz, genç olunuz hayatta ruhunuzu birçok sıkıntıya karşı oyalayacak bir uğraşı, bir inanç avuntusu gerektir.
Aslında dindar bir kadın olan Madam Sermin bu ruhçuluk mezhebini, yaşlı günlerinin gönül boşluğunu doldurmak için bir ilaç saymıştır. Zaten öğrencilerini ruhlarla tanıştıran da odur.
Mürebbiye ruhlar üstüne alaylı sözlere hiç dayanamazdı. Bundan ötürü dayı beye hemen karşılık verdi:
“Latif ruhlar vardır. Habis ruhlar vardır. İnsanlar da böyle değil mi? Fenaların şerlerinden daima kendimizi korumalıyız.”
“Madam, affedersiniz, size önemli bir şey soracağım. Lütfen cevap verir misiniz?”
“Eğer anlayabileceğim ve anlatabileceğim bir şeyse niçin cevap vermeyeyim?”
“Ruhlara inanıyor musunuz?”
“Şüphesiz… Bütün dinler ve bütün dindarlar gibi.”
“İnanamayanları inandırmak için bir bilim ve mantık gücünüz var mı?”
“İnanma için bilimden, mantıktan daha önemli bir şey gerekir.”
“Ne gibi madam?”
“Ruh sağlamlığı.”
Dayı bey bu sözlerden sağlam bir anlam çıkaramadığını anlatır bir gülümseme ile tekrarladı:
“Ruh sağlamlığı…”
“Evet efendim, ruh sağlamlığı… Yani ruhça uyanıklık…”
“Benim ruhum uykuda olmalı ki böyle düşsel şeyleri aklım bir türlü kavrayamıyor.”
“Affedersiniz ama öyle olmalı.”
“Öğrencilerinizi aydınlatmış olduğunuz gibi benim ruhumu da bu ağır uykudan uyandıramaz mısınız?”
“Bunun için istidat gerekir. Her isteyen şair, ressam, müzikçi, dâhi olabilir mi?”
“Madam ruhlarla konuşmayı ve hayalet, fantom görmeyi, bundan on yıl önce ölmüş birinin nasıl bir yüz ve kılıkla karşıma çıkacağını çok merak etmekteyim.”
“İnanmadığınız bir şeyi nasıl görebilirsiniz?”
“Görmediğim bir şeye nasıl inanabilirim?”
“Görmek bizim görme organımızla ilgili bir olaydır. Bizim gözlerimiz çok kuvvetsizdir. Uzak cisimleri göremedikleri için dürbünler icat etmişler. Küçük şeyleri seçemedikleri için mikroskoplar yapmışlar. Oysa ne kadar alet yaratsak hâlâ en uzağı ve en küçüğü göremiyoruz. Doğanın bize müsaade ettiklerini görürüz. Göstermek istemediklerini tabiatıyla göremeyiz. Bundan dolayı bizim göremediğimiz