sekizden sonra silah seslerinin yanı sıra top sesleri de duyulmaya başladı. Sokaklarda, aceleyle bir yerlere giden insanlar ve askerler görülüyordu. Ama arabacılar arabalarıyla dolaşıyor, esnaf dükkânlarının önünde duruyor, kiliselerde ayin yapılıyordu her zamanki gibi. Alpatiç; dükkânlara, resmî dairelere, postaneye, Vali’ye gitti. Buralarda herkes ordudan ve artık kente saldırmaya başlayan düşmandan söz ediyor ve birbirini yatıştırmaya çalışıyordu.
Vilayet konağının önünde toplanmış kalabalık, kazaklar ve Vali’nin uzun yol arabası, Alpatiç’in dikkatini çekti. Merdivenlerde iki soyluya rastladı. Bunlardan birini, eski polis komiserini tanıyordu. Komiser heyecanla konuşuyordu:
“Yalnız olan için sorun yok! Tek başın derdi mi olur? Ama on üç kişilik bir aileyi düşün! Mal mülk de var… Her şeyi berbat ettiler. Ne biçim hükûmet bu… Ah, bu haydutları asardım ben…”
Öteki, “Yeter canım!” dedi.
“Ne olur yani, isterlerse duysunlar! Köpek gibi mi yaşayacağız!”
Çevresine bakınırken Alpatiç’i gördü.
“Aaa! Yakof Alpatiç, burada işin ne?”
Alpatiç, Prens’i andığı zaman daima yaptığı gibi başını gururla dimdik tutup elini göğsüne koydu.
“Ekselanslarının emriyle Vali hazretlerine geldim…” diye cevapladı. “Durum konusunda bilgi edinmemi buyurdular.”
“Edin öyleyse… İşi o kadar berbat ettiler ki ne araba var ne bir şey! Duyuyorsun değil mi?” dedi silah seslerinin geldiği tarafı işaret ederek.
“İşi berbat ettiler, berbat! Mahvolduk! Haydutlar!”
Alpatiç başını sallayıp merdivenleri çıktı. Kabul salonunda birbirine sessizce bakan tacirler, kadınlar, memurlar gördü. Vali’nin odasının kapısı açıldı, hepsi kalkıp o yana yöneldiler. Kapıda bir kâtip göründü, bir tacirle konuştu, boynu istavrozlu bir başka memura seslendi ve kendisine çevrilen bakışlardan, yöneltilen sorulardan kurtulmak için hemen içeri girdi. Alpatiç ileri yürüdü, kâtip ikinci defa kapıda görününce elini redingotunun yakasının içine sokarak iki mektup uzattı.
“Prens Bolkonski’den, Sayın Baron Aş’a…” dedi kurumlu bir şekilde.
Öyle kurumlu bir şekilde söylemişti ki bunu, kâtip hemen dönüp mektupları aldı. Birkaç dakika sonra Vali’nin huzurundaydı. Vali aceleyle şöyle diyordu:
“Prens’e ve Prenses’e hiçbir şey bilmediğimi söyle. Ben, aldığım yüksek emirlere göre davranıyorum. Al, işte!” Alpatiç’e bir kâğıt uzattı. “Ama Prens rahatsız olduğuna göre, Moskova’ya gitmelerini salık veririm onlara… Ben de gidiyorum şimdi, bilgilerine sun bunları…”
Vali sözünü bitirmeden toza toprağa bulanmış, ter içinde bir subay koşarak geldi. Fransızca bir şeyler söylemeye başladı, Vali’nin yüzü allak bullak olmuştu.
Alpatiç’e başıyla işaret etti ve “Git!” dedi.
Sonra subaya bir şeyler sormaya başladı. Vali’nin odasından çıkan Alpatiç’in üzerine, korku ve çaresizlik dolu bakışlar çevrilmişti. Gittikçe şiddetlenen ve yaklaşan silah seslerine elinde olmadan kulak kabartan Alpatiç, hızlı adımlarla hana yöneldi.
Vali’nin Alpatiç’e verdiği kâğıtta şunlar yazılıydı:
Smolensk kentinin hiçbir tehlike karşısında olmadığını ve tehlike ihtimalinin de bulunmadığını belirtmek isterim. Bir taraftan ben, öte yandan Prens Bagration, ayın yirmi ikisinde Smolensk önünde gerçekleşecek birleşme için hareket hâlindeyiz. İki ordunun birleşik kuvvetleri, yurdu düşmanlardan temizleyinceye ya da son neferini kahramanca feda edene kadar, size emanet edilen kenti savunacaklardır. Smolensk halkını yatıştırmak için elinizde haklı nedenler var. Böyle iki kahraman ordunun koruduğu kimseler bundan emin olabilirler.
(Barclay de Tolly’nin, Smolensk Sivil Valisi Aş’a günlük emri, yıl 1812.)
Halk, sokaklarda kaygı içinde dolaşıyordu.
Sandalyelerle, kap kacakla, küçük dolaplarla ağzına kadar yüklü arabalar evlerin avlu kapılarından çıkıp yola koyuluyorlardı. Ferapontof’nun komşularının evi önünde arabalar duruyor, kadınlar ağlaşarak birbirlerinden ayrılıyordu. Koşulu hayvanların önünde dört dönen bir ev köpeği havlayıp duruyordu.
Alpatiç, her zamankinden çok daha hızlı yürüyerek avluya girdi; dosdoğru atlarının, arabasının bulunduğu odunluğa yöneldi. Uyuyan arabacıyı uyandırdı, atları arabaya koşmasını emrederek eve girdi. Ev sahibinin odasından çocuk ağlamaları, iç parçalayıcı kadın hıçkırıkları, Ferapontof’un boğuk ve öfkeli sesi geliyordu. Alpatiç içeri girdiğinde aşçı kadın, ürken bir tavuk gibi çırpınıyordu:
“Bayılttı bizim hanımı, bayılttı! Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
“Ne diye dövdü?”
“Hanım gitmek istedi. ‘Götür beni, çoluk çocuğu perişan etme!’ dedi. ‘Bütün halk çekip gitti, biz niye duruyoruz.’ dedi. Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
Alpatiç, bu sözleri doğru buluyormuş gibi başını salladı. Başka bir şey sormadan satın aldığı şeylerin bulunduğu yere, ev sahibinin odasının kapısında bulunan odaya yöneldi.
Bu sırada başında parçalanmış bir başörtüsü, kollarında bir çocukla, sarı benizli, kupkuru bir kadın kapıdan fırladı ve avluya kaçarken bağırdı:
“Alçak, rezil!”
Arkasından Ferapontof çıktı, Alpatiç’i görür görmez yeleğine ve saçlarına çekidüzen verdi, esnedi ve onun ardından odaya girdi.
“Gidiyor musun yoksa?” dedi.
Alpatiç, cevap vermeden ve ev sahibine bakmadan eşyalarını toplamaya koyuldu ve borcunun ne kadar olduğunu sordu.
“Hesap ederiz canım. Eee, Vali’nin yanında neler oldu?” diye sordu Ferapontof. “Neye karar verildi?”
Vali’nin kesin bir şey açıklamadığını söyledi Alpatiç.
“Olacak iş mi bu?” dedi Ferapontof. “Dorogobuj’a kadar her yük arabası için yedi ruble vermek gerekiyor. Dedim ya, insanlarda insaf kalmamış.”
Bir an durakladıktan sonra, “Perşembe günü işi yolundaydı Silvanof’un, çuvalı dokuz rubleden un sattı orduya…” diye ekledi. “Çay içecek misiniz?”
Atlar koşulurken ikisi birlikte çayı içtiler. Zahire fiyatları, hasat için elverişli ve bereketli havalar konusunda konuştular.
Üç bardak çayı içmiş olan Ferapontof, “Sesler kesildi. Bizimkiler ağır basmış olmalı…” dedi. “Kente giremezler, denmişti; yeterince kuvvetimiz var demek… Geçenlerde anlattılar: Matvey İvaniç Platof, hepsini Marin Irmağı’na dökmüş; bir günde on sekiz bin kadarını boğmuş.”
Alpatiç, satın aldığı şeyleri topladıktan sonra arabacıya verdi ve ev sahibiyle hesabını gördü. Yola koyulan kibitkaların tekerleklerinin gürültüleri, çıngırak ve nal sesleri duyuluyordu avlu kapısından.
Vakit öğleyi hayli geçmişti, sokağın bir yarısı gölgeydi, öteki yarısı da parlak güneş ışığı içindeydi. Pencereden baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü Alpatiç. Ansızın bir ıslık ve çarpan bir cismin sesi duyuldu uzaktan. Ardından pencereleri zangırdatan top sesleri geldi.
Alpatiç sokağa çıkınca iki adamın köprüye doğru koştuğunu gördü. Islıklar, kente düşen güllelerin uğultusu,