M. Turhan Tan

Gönülden Gönüle


Скачать книгу

parmaklarıyla birkaç kere taradıktan sonra söze karıştı:

      “Yaşa be Koca!” dedi. “Bizim Konur Amca’yı Alparslan yapıp çıkardın. Babaların kulağa üfürmesiyle insan alp oluyorsa yarın al, benden de sıra sıra Alpları!”

      Konur bu müdahaleyi husumetle karşıladı:

      “Hele sen sus! Sekiz-on alpın atını tımar etmeden söze karışma. Kundaktaki miyavlamaların hâlâ kulağımda!”

      Akça Koca, kendi açtığı bahsin böyle bir mecraya dökülmesini hoş görmeyerek Konur Alp’ın sözünü kesti:

      “Bre Abdurrahman.” dedi. “Konur Alp senin babanla silah arkadaşlığı yaptı, otuz yıl birlikte savaşa girdi. Senin ona takılman töreye uymaz. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmeli. Ben ona takılıyorsam beşiğinin başında kımız içtiğim içindir.”

      Abdurrahman mırıldandı:

      “Haydi, iki koca el ele verin de beni çocuk yapıp çıkarın. Ata binen, kılıç kuşanan erkek, kimsenin küçüğü değildir. Öyle olmasa on beş senedir yanınızda işim ne?”

      “Sana er değilsin demedik, çocuksun dedik!”

      “İstersem benim de şimdi çocuğum olur, bana nasıl çocuk dersiniz?”

      İki yaşlı Türk gülümsediler. Akça Koca:

      “Hele!” dedi. “Tarlayı bul, başağını sonra devşir. Fakat şunu şimdiden bil ki alp yetiştiren tarlalar, Türkistan’da kaldı. Burada bol bol çavdar yetişiyor.”

      Abdurrahman, pervasız cevap verdi:

      “O, tohuma göredir. Ne ekersen onu biçersin.”

      Yine Akça Koca mukabele etti:

      “Demin adını andın, demek ki beğeniyorsun; bir tarla sahibi olursan, kolunu sıva, Yaradan’a sığın, bir Alparslan yetiştir. Ömrümüz olursa biz de görüp önünde eğilelim.”

      Konur Alp:

      “Canım.” dedi. “Alparslan’ın adını duymuş; onun neler yaptığını ne bilir ki?”

      Abdurrahman saffetle itiraf etti:

      “Doğru söyledin. O adamın adını duydum ama işini işitmedim. Rumlara iyi satır atmış diyorlar, daha ötesini bilmiyorum.”

      Akça Koca, yanı başında yavaş yavaş bir irtifa ile yükselen dağa doğru gözlerini kaldırdı, mahzun bir sesle:

      “Türk’ün…” dedi. “Binbir destanı var. Biri de Alparslan üstüne düzülmüş. Ne yazık ki onu Rum keferesi bizden daha iyi biliyor.”

      Konur Alp hemen atıldı:

      “Bilmezlerse ayıp, o destan Rumların derisine yazıldı.”

      Akça Koca, yirminci asrın Dempseylerine parmak ısırtacak kadar güçlü olan yumruğunu Abdurrahman’ın omuzuna vurdu:

      “Bre çocuk!” dedi. “Sözü neden buraya çevirdin de bana babamı, dedemi hatırlattın? Gözümün önünde şimdi onların güleç yüzleri uçuyor! Hey, dünya hey! Horasan’da doğ, Ahlat’ta öl! Dedem bunu rüyada görse inanmazdı. Babam da bizim aşiret çadır bozduktan, yurdunu yad ellere bırakıp yola çıktıktan sonra gözünü dünyaya açmış, beşiği at sırtı olmuş! Elifi elifine tam yüz yıl oluyor. Yüz yıl! Dile kolay ama bir de onu yaşayanlara sor. Her gün savaş, her gün boğuşma… Bu yüz yıl içinde babalarımızın şu dağlarda, şu ovalarda attıkları okları bir yere toplasan, içine gün girmez koca bir orman olur. Her neyse; babam da yeni yurtta durmadan didişti. Vurdu, vuruldu. En sonunda can verip gitti. Bakalım ben nerede uyuyacağım!”

      Abdurrahman:

      “Emmi.” dedi. “Sözü asıl sen sapıttın. Alparslan’ı anlatacaktın, deden için ağlamaya koyuldun.”

      “Anlatayım oğul, anlatayım. Oğuz Destanı’nı nasıl bellemişsen bunu da öyle öğren, yüreğinde sakla!”

      Şimdi Koca’nın sesi değişmiş, muhip bir tını hasıl etmişti, ağır ağır anlatıyordu:

      “Her Türk bir alptır; Alparslan, alpların alpıdır. Bu adamın yaptığı işleri yeryüzünde kimse işlemedi. Atları gün doğan yerde çayırlarsa sürüleri gün batıda otlardı. Bir elini sağa, bir elini sola uzatmış, yeryüzünü sanki kucaklamıştı. Arap, onun önünde diz çökerdi. Acem, onun buyruğuyla yatar, kalkardı. Ulu Hakan’ın önüne en sonunda kim çıksa beğenirsin! Rumlar! Tavşanların aslana el kaldırdığı görülmemiş ama Rum sürüleri bu işe yeltendi. Büyük tekfur, on kere yüz bin çeri düzüp Hakan’la savaşa hazırlandı. O tekfurun adı Romanos’tur. Lafı uzatmayalım. Alparslan bu hazırlığı işitince güldü: ‘Sürgün avı çok yaptık, bir de sinek avlayalım!’ dedi. Tekfuru karşıladı. Ulu Hakan’ın bayrakları görünür görünmez tekfurun aklı başına geldi ama iş işten geçmişti. Kaçmakla değil uçmakla bile kurtulmaya imkân yoktu. Alparslan o derme çatma kâfir alayını görünce hemen yere sıçradı, atın kuyruğunu kendi eliyle kesti, zırhını çıkarıp beyazlar giyindi. Yayını, okunu atıp sade kılıç kuşandı, eline gürzünü aldı, tekfurun üzerine saldırdı. Yarım saat mi geçti, bir saat mi geçti, orası bilinmez ancak iki tarafın boğaz boğaza gelmesinden biraz sonra Rum askeri içinde tekfurdan maada sağ kişi kalmadı. O da Türk çerisinin çevrelediği ulu meydanda Ulu Hakan’ın ayağını öpüyordu!”1

      Abdurrahman bilaihtiyar Akça Koca’nın sözünü keserek heyecanla sordu:

      “Sonra?”

      “Alparslan, Romanos’un ayağını yalamasına bir zaman ses çıkarmadı ve sonra ayağını hızla çekip tekfurun başına koydu, kendi yoldaşlarına bağırdı:

      ‘Bakın! Şu başa ve ona basan ayağa iyi bakın. Bundan geri, Türk’ün kuvvetli ayağı bu korkak kavmin başından kalkmayacaktır!’ İşte o gün bugün, Rum keferesi Türk’ün sillesini yer durur.”

      Konur:

      “Hey kurnaz Koca!” dedi. “Yine taşı gediğine koydun. Alparslan’ı anlatırken bana pay çıkardın. Öyleyse kulağını aç, sözümü belle: ‘Bir tekfurun başına da ben ayağımı koymazsam yuh bana!’ ”

      Koca, ciddiyetini bozmadan cevap verdi:

      “Dedim ya, her Türk bir alptır. Tekfurun dediklerini de boy boy, sürü sürü sözünü yerine getirmezsen benden yana da yuh sana!”

      Yine yürümeye, kayın ağaçları arasından yukarıya doğru yükselmeye başlamışlardı. Oraya kadar bir kaplan çevikliğiyle yol alan kahramanlar, şimdi -süzüle süzüle bulutların fevkine yükselen- bir akbaba tavrı takınmışlar gibiydi.

      Adım atışlarında bir uçuş, havayı dalgalandıran bir kanat darbesi seziliyordu. Ağaçların kademe kademe süslediği o dolambaçlı yol, bazen dikleşiyor, bazen düzleşiyor fakat yolcuların pervazındaki cazip ahenk hiçbir suretle bozulmuyordu.

      Laleler, sümbüller, reyhanlar, güller, ağaçların köklerinde emin birer köşe bularak kokularını, çemenlerin yeşil göğüslerine akıtıyorlardı. Dağın eteğinden hafif bir nefes gibi çehrelere temas eden rüzgâr, buralarda sert bir ahenkle aralıksız nağmeler yaratıyor ve çemenlerin göğsünden topladığı kokuları avuç avuç fezaya savuruyordu.

      Yolcular, ne ağaçların şurada -birbirlerine bir şeyler hikâye eder gibi- sarmaş dolaş durmalarına ne beride -yekdiğerine küskün gibi-dallarını kendi gövdelerine sarıp somurtmalarına ehemmiyet veriyorlardı. O renk renk ve boy boy çiçekler; o, daima raksan çemenlere hiç bakmıyorlardı. İri ve kuvvetli ağaçları