heykelleşmiş vaziyetlerinden anlaşılıyordu.
Bilmeyiz ki aziz okuyucularım, şu tafsilatımda mübalağaya zahip olurlar mı? Bizim yürüyüşümüzü, adım atışımızı, dağlara tırmanışımızı, Akça Koca ve arkadaşlarının yahut o ayarda kahramanların meşyi muhibiyle, aslan gibi heybetli yürüyüşleriyle mukayese edersek aldanırız. Böyle bir mukayese, zaaf ile kuvveti hatta sükûn ile hareketi karşılaştırmak gibi bir şey olur. Şurası unutulmamalı ki fikrî hayat ve medeni anlayış itibarıyla ecdadımızdan ne kadar ileriysek bedenî nitelik ve hamasi tabiatlarımız itibarıyla da kendilerinden o kadar geriyiz. Bizim yorulduğumuz yerde o kudretli insanlar hatta terlemezlerdi.
Biz, kasıtlı olarak tafsilatımızla hep bu hakikati göstermek istiyoruz. Avrupa, öfkeli Roland’ın şarkılarını hâlâ bir yiğitlik destanı olarak anlatıyor. Roland kimdir ve ne yapmıştır? Bu sualin en doğru cevabı “Hiç!”tir. Şarlman’ın yeğeni olduğu bile henüz layıkıyla tevsik edilmeyen bu efsanevi adamın bıyığından kılıcına kadar her şeyi için bir neşide, bir şarkı vücuda getirilmiş ve bunlar on asırdan beri koca bir kavmin dilinde gezmekte bulunmuştur. Hâlbuki bizim alplarımız, bizim kahramanlarımız ne uydurmadır ne hayal ürünüdür! Kocaeli vilayetimiz, Akça Koca’nın ölümsüz bir heykeli hâlinde yanı başımızda duruyor. Daha düne kadar Abdurrahman Gazi’nin ismini taşıyan Kartal kazası, o büyük kahramanın birçok hatıratını köylerinde muhafaza ediyor. Bizim için onların yüksek hareketlerini ispat etmek değil, o hareketlerin bu asırda da milletimize şeref getirecek kısımlarını yapmaya çalışmak lazımdır.
Şimdi hikâyemize geri dönüyoruz. Kesif bir kestaneliğin yanı başında dalgalana dalgalana uzanan yayla, açık bir tarih sayfası gibi yolcuların gözlerini cezbetti. Üçü de orada yakın, çok yakın bir mazinin rengin safhalarını okumak ısrarına kapıldı.
Evet; Akça Koca’nın “Her biri bir alptır.” dediği Türklerin şu yeni yurda geldikleri günden beri ele geçirmek için en çok uğraştıkları şehir, “Bursa” olmuştu. Aktemir’le Balaban, tam on sene bu büyük kalenin önünde çarpışmışlardı. Akça Koca, Konur Alp hatta onlara nispetle pek genç bulunmasına rağmen Abdurrahman, birçok defa şiddetli çarpışmalara iştirak etmişti. Atranus’un düşmesinden sonra Bursa’yı ne yapıp yapıp almak azmiyle Uludağ’da toplandıkları zaman işte bu yaylada şehrin krokisi çizilmiş, hücum noktaları tespit olunmuştu. Mevkinin Gazi Yaylası unvanını alması da alpların oradaki şu içtimasından ileri gelmişti:
Üç yolcu, iki buçuk sene evveline ait olan şu hatırayı yaylanın dalgalı sinesinde satır satır ve aynı hassasiyetle okumuşlardı. Akça Koca derin derin içini çekerek gür sesiyle hayale dalmış arkadaşlarını ikaz etti:
“Geçmişi bırakalım da geleceği düşünelim. Küffar elinde dağ da çok, bağ da. Bizim borcumuz o bağların üzümünü yemek, o dağların her birinde bir Gazi Yaylası yaratmak.”
Ve müteakiben Konur Alp’a sordu: “Hani ya alp, babalardan kimse yok!” “Belki Bakacak’tadırlar.”
“Yücelelim mi?”
“Hemen.”
“Haydi!”
Hep o mühip yürüyüşle Bakacak’a doğru yürüyorlardı. Yine sessiz, yine vakurlardı. Sobran mevkisini durmadan geçtiler. Şimdi dağ; laleler, sümbüller, reyhanlarla dopdolu görünüyordu. Yol, uzun bir çiçek demeti hâlindeydi. Yol, dağın eteğinde cilvekâr hatlar çizerek sağa-sola atılacak olan deli çaylar; alişirler, nilüferler bu uzun ve çok rengin demetin sinesinde beyaz birer iz resmederek aşağı doğru bazen sakin, bazen pür enin koşuyorlardı.
Dağın irtifası, yolcuların ayakları altında mahsus bir hürmetle alçala alçala Bakacak göründü.
Zirveye hailsiz bakılabilmeye müsait bulunduğu için Bakacak namını alan kaya, bizatihi temaşaya değerdi. Gazi Yaylası’ndan, Sobran’dan beri tatlı bir kesafet ve aralıksız bir imtidat içinde toprağı süsleyen o payansız dağ çiçekleri bu kayanın eteğinde birdenbire kesilir ve Uludağ burada ansızın çıplaklaşır. Nazarı hayal, bu yalçın kayada tuhaf bir galatı rüyete uğrar, dağın zirvesinden nasılsa sukut eden ilk devrei arz fiilinden birinin hortumunun taş hâlinde oraya asılmış, kalmış olduğuna zahip olur.
Bu kayanın etrafındaki serbülent kayalar da garip garip şekiller gösterir. Kimi gemiye, kimi kartala, kimi bir başka hayvana benzer!
Üç yolcu, Bakacak’ta etrafı gözlemeye zaman bulmadan karşılarına bir adam dikildi.
Beline kadar uzanan gümrah saçlarıyla göğsünü örten siyah sakallı, lime lime ve parça parça hırkasından daha evvel celbi nazar eden bu adamın başı açık, ayakları da çıplaktı. Bakışında öyle bir ciddiyet, o bir kucak sakalıyla o uzun saçında ve çıplak ayaklarında o derece bariz bir temizlik vardı ki görenlerin vehleten sevgiye yakın bir duygu hasıl etmemesi ve hele o perişan kıyafetle eğlenmek meylinden uzak kalmaması mümkün değildi.
Bu, meşhur Abdal Murat’tı. Bilahare Yalova’nın fethinde Türk muhariplerine rehberlik ettiği görülen Murat, temizliğe fartı itinasıyla saç ve sakalının gümrahlığıyla şöhret olduğu kadar taşıdığı kılıçla da ünlü idi. Tahtadan fakat dört arşın uzunluğunda bir iki kılıç ki beşiklerinin kenarı kılıç demirinden yapılan, emeklemeden kurtulur kurtulmaz kılıç taşımaya başlayan Alplar bile bu tahta parenin kıymetine gıpta ederlerdi. İstanbul yolunu kendilerine açmak, milletlerinin bayrağını tarihin o güne kadar hiçbir kavim için kaydetmediği ülkelere, kıtalara, gözle görülmeyen noktalara götürmek azmiyle yıllardan beri kılıç sallayan Türk muharipleri bu tahta kılıcın en sağlam demirleri bile keseceğine inanıyorlardı.
Ancak o uzun tahtanın Abdal Murat’ın bileğine merbut oldukça bu kıymeti ve ehemmiyeti aldığını da bilirlerdi.
Üç arkadaş; bir elinde ölü ve pek iri iki yılan, boynunda şanlı tahta kılıç, önlerine çıkan Abdal Murat’ı görünce hemen koşmuşlar, sağ elini öpmüşlerdi. Alpların o ele eğilmeleri, bulutların yüksek bir ağaca süzülmeleri gibi ulviydi. Dik doğmuş ve dik yaşamış olan bu üç baş; Abdal Murat’ın eline doğru eğilirken irtifalarından, azametlerinden bir zerre kaybetmiyorlar, yine birer bulut gibi muhteşem görünüyorlardı.
Üç arkadaş sırasıyla ve aynı samimiyetle acayip adamın elini öptükten sonra Akça Koca:
“Erenler!” dedi. “Sizi görmeye geldik. Duğlu Baba’yı. Geyikli Dede’yi, Abdal Musa’yı da görmek dileriz. Danışacak işimiz var.”
Abdal Murat, berrak ve son derece munis bir sesle:
“Alplarla Abdallar…” dedi. “Kurultay mı yapacak? O hâlde Duğlu’ya gün doğdu demek. Çanağını, çömleğini dizer, bize yollu yolunca bir şölen verir.”2
Ve sonra eliyle yolu işaret ederek ilave etti:
“İşte kendisi de iniyor. Sürüsünü kaynaklarda suvarmayı (sulamayı) sever!”
Gerçekte de insanlar arasında Tavlı Baba diye anılan Duğlu Baba, yukarıdan geliyordu. Bu geliş, Abdal Murat’ın orada görünüşünden daha nazarrübaydı. Beli eskimiş bir kuşakla sıkıştırılmış, uzun bir gömlekten başka üzerinde hiçbir şey bulunmayan Duğlu, güzel bir ineğe binmiş, kucağına da bir sevimli buzağı almıştı.
Süvar olduğu hayvan, rakibini incitmemek ister gibi itinalı adımlarla yürüyor, dört-beş ineğe de kılavuzluk ediyordu.
Duğlu, hürmetkâr bir kafileyi müridan önünde veya bir cemiyeti ihvan başında yürür gibi sevinçli ve güler yüzlüydü. Üç silahşorla Abdal Murat’ın önüne gelir gelmez:
“Dur