M. Turhan Tan

Gönülden Gönüle


Скачать книгу

zerre çıkışında hilkatin binbir sırrını sezen, alabalıkların sersem bir ok gibi ileri geri oynayışlarında, aşağı yukarı çıkıp inişlerinde kudreti fatıranın rengin inceliklerini gören bu filozof mizaçlı dede, alplarla Abdalların el ele verip yanına gelmelerindeki sebebi anlamak ister gibi bir müddet düşündü, iptida alpların yüzüne baktı:

      “Burada savaş yok. Alplarla Abdallar neden birleşiyor?”

      Akça Koca cevap verdi:

      “Bizim bir kaygımız var. Sizinle hâlleşip kendimize yol çizmek isteriz. İzninle Geyikli’yi de bulalım, önünüzde yüreğimizi açalım.”

      “Ha, anladım. Sofranın ayağı aksamasın diyorsunuz, Geyikli’yi de istiyorsunuz. O, Karlık’ta!”

      Akça Koca, Murat’la Duğlu’ya baktı. Onlar, bulundukları yerden kendilerine iltihak etmekte tereddüt etmemişlerdi.

      Biri o günkü gazasının mahsulü olan yılanları atarak, öbürü hayvancıklarına ruhsat vererek dağın şu yüksek yerine kadar gelmişlerdi.

      Abdal Musa, fartı vekar ile müştehirdi. Ne emir ne şehriyar tanırdı. Feleğe boyun eğmez, hiçbir devletliye ehemmiyet vermezdi. Yalnız alplarla -harp oldukça- selamlaşır, Abdallarla da tesadüf ettikçe bir nebze konuşurdu. Gazaya gitmediği zamanlar Kırkpınar balıklarından dersi hikmet alırdı.

      Böyle bir adamı; şu kapısız, bacasız, altı çemen, üstü gök olan hücrei itikâfından kaldırmak hayli müşküldü. Birlikte Geyikli’nin yanına gitmek mi yoksa Geyikli’yi ona davet ettirmek mi münasipti?

      Akça Koca, bu husustaki tereddüdünü bir bakışla Abdal Murat’a anlattı, o da bir göz işaretiyle sükût tavsiye ettikten sonra tahta kılıcına dayanarak:

      “Ya Musa!” dedi. “Bize ‘buyur’ etmedin. Yoksa gelişimiz hoşuna mı gitmedi?”

      Abdal Musa, sitemkâr bir lisanla:

      “Haşa.” dedi. “Başım üstünde yeriniz var. Lakin buyur diyecek yerimiz yok. Bastığın yeşil kilime oturmak için benden izin mi bekliyorsunuz?”

      Abdal Musa bu sözü söylerken ratıp çemenleri işaret ediyor ve henüz ayakta duran beş misafiri, oturmakta teahhur gösterdiklerinden dolayı tahtie etmiş oluyordu. Misafirler, bu ihtar üzerine onun etrafına çevrelendiler ve Abdal Murat bahsi tazeledi:

      “Şu yiğitler, bizimle görüşmek istiyorlar. Geyikli bulunmazsa meclis tamam olmaz. Onu bulmak için Karlık’a yücelsek nice olur?”

      Abdal Musa biraz düşündü:

      “Ahu.” dedi. “Alçak gönüllüdür. Üç alpla üç abdalı ayağına götürmez, kendi lütfedip gelir.”

      Ve cevap beklemeden çömezlerden birine emir verdi:

      “Şurada kor vardı, biraz getirin.”

      Ekmek tabhı için yakılan kömürden üç kızıl parça, iki dakika sonra abdalın önüne getirildi. Koca Musa, hırkasının bir tarafından bir avuç pamuk çıkardı, bir taş parçası üstünde getirilmiş olan ateş parçalarını pamuğun içinde koyarak çömezin diline tutuşturdu:

      “Bunu Karlık’a iletin, Ahu Baba’ya verin. Cevap verirse getirin, kendi gelirse ardında yürüyün.”5

      Duğlu ile Murat mütebessim, Akça Koca ve arkadaşları mütehayyirdi. O kıpkızıl ateşin pamuğu yakmaması muharipleri hayret içinde bırakmıştı, Abdal Murat’ın tahta kılıçla gösteregeldiği marifetler, şu keramet yanında pek kuru kalıyordu; suyun ateşi söndürmemesi, ateşin de pamuğu yakmaması âdeten muhal olduğuna göre Abdal Musa pek parlak bir hüner göstermiş oluyordu.

      Alplar, bu akıl alıcı manzarı irfan önünde küçüldüklerini hissediyorlardı. Onlar; ne dağların heybetli irtifasından ne suların öldürücü dalgalarından ne kalelerden akıtılan kızgın ateşlerden ne zehirli oklardan ne keskin kılıçlardan korkarlardı. Lakin suyun boğacağını, zehrin öldüreceğini, okun deleceğini, kılıcın parçalayacağını, ateşin de yakacağını bilirlerdi.

      Ömürlerinde görmedikleri ve işitmedikleri bir hâl olmak üzere, ateşin yakmak, pamuğun da yanmak kabiliyet ve hasiyetini kaybettiğine şahit oluyorlardı. Bu harikai marifet hepsini lal etmiş, ebkem etmişti.

      Fakat Abdal Musa, kayıtsızdı. Yaptığı iş alelade bir şeymiş gibi sakindi. Muharipler, onun mütevazıyane sükûnetinden bilhassa mütehayyir oluyorlardı. Başka biri bu işi yapsa gururundan ağzı kulaklarına varır, kendisini takdir ettirmek için bakışıyla herkesi zorlardı. Baba Musa, hiç de oralarda değildi, ne çalım satıyor ne göz süzüyordu.

      Muharipleri düşündüren bir nokta daha vardı. Pamuk içindeki ateş, acaba neye delalet ediyordu. Revişi hâle göre Abdal Musa, Geyikli Dede’ye mektup göndermiş oluyordu. Bu garip mektubun meali neydi?

      Şu müşahede, alplarla abdallar arasında bir ayrılık daha tespit ediyordu. Alplar, yekdiğerine bu şekilde haber salmaz, salamazlardı. Onlar, düpedüz konuşurlar, anlaşırlardı. Abdallar ise işte başka bir lisan kullanıyorlardı.

      Üç muharip, birbirinin yüzüne hayran hayran bakarlarken Abdal Murat:

      “Yiğitler!” dedi. “Şaşmayın. Buna dede dili derler, anlayana ne mutlu!”

      Abdurrahman dayanamadı:

      “Doğrusu ya, biz anlamadık. Acep siz anladınız mı?”

      “Biraz!”

      “Bize de anlatsanız!”

      “Anlatayım: Ateş kuvvettir. Pamuk, yumuşaklıktır. Benim anlayışım doğruysa Ahi Musa, yerinde coşmayı, yerinde susmayı bildiğini söylüyor.”

      “Ne çıktı bundan?”

      “Onu Geyikli anlar.”

      Duğlu, hiçbir şey ifade etmeyen bu tefsir üzerine söze karıştı:

      “Attın Koca Murat, attın. Alpları da kandıracaktın. Dede dilini sen bu kadar mı anlarsın!”

      Abdal Murat kızmadı:

      “Haydi ben yanlış anlamış olayım. Doğrusunu sen söyle.”

      Duğlu, kemali ciddiyetle:

      “Onu…” dedi. “Ahi Musa bilir!”

      Abdal Murat bilaihtiyar güldü:

      “Vay ayrancı, vay!” dedi. “Bu akılla mı kervana katılıyorsun? Deredeki balıklar da ancak bu cevabı verir. Ferasetin şu dağdan bile yüksekmiş. Aklınla yaşa.”

      Abdal Musa, kendi eseri irfanı hakkındaki münakaşayı işitemiyor gibiydi. Gözlerini yere eğmiş, yün hırkası içinde büzülmüş, düşünüyordu. Abdal Murat’ın iri sesle konuşmaya başlaması üzerine tahayyülatından ayrıldı:

      “Bizim çömez.” dedi. “Keklik gibi seker. Neredeyse Karlık’a varmıştır.”

      Karlık, malum olduğu üzere Uludağ’ın zirvesini teşkil eden iki sivri tepenin eteğidir. Kırkpınar mevkisi (1800), Karlık (2000) metre irtifadadır. Yaz mevsimleri Bursa’ya kar taşıyan katırlar, buraya kadar gelirler ve hamulelerini bu mürtefi noktadan tedarik ederler. Kırkpınar’dan Karlık’a kadar uzanan mesafe çıplak bir irtifadan ibarettir. Dağın eteğini seyyal bir şerit, oynak bir zincir hâlinde çevçeveleyen Agraslar, Karaoğlanlar, Deliçaylar hep Kırkpınar’dan nebean eder. Karlık’a doğru çıkıldıkça ne çimen ne su görünür. Tedricî bir fazlalıkla yalnız kar kümelerine tesadüf olunur. Yamaçlarında seksen kadar küçük mağara vardır. Vaktiyle İstanbul keşişleri tarafından hücrei riya, hücrei cer olarak kullanılan bu irili ufaklı kaya kovukları Keşiş Dağı’nın Türk elinde ihtidasından