M. Turhan Tan

Gönülden Gönüle


Скачать книгу

kadar süt doluydu.

      Alpların da iki Abdalın da gözleri dört açıldı. Hayran hayran Geyikli Dede’nin gönderdiği cevaba bakıyorlardı. Gelen cevap da giden mektup gibi tuhaftı. Pamuk içindeki ateşe karşı yarım çanak süt! Mektup çapraşık bir lügat; cevap karışık bir muammaydı.

      Abdal Musa, zirveden gelen süte şöyle bir baktıktan sonra:

      “Duğlu!” dedi. “Sen sütten iyi anlarsın. Bu ne sütü?”

      Ayrancı Baba çanağı aldı, içindeki mayiye göz gezdirmekle beraber burnunu da yaklaştırarak kokladı ve cevap verdi:

      “Halis geyik sütü.”

      Abdal Musa, bu cevap üzerine bir nebze düşündü ve müteakiben yerinden fırladı:

      “Koca Ahu!” dedi. “Bizi haptetti. Kalkın yanına gidelim, gönlünü alıp buraya getirelim.”

      İki abdalla üç alp, Baba Musa’ya imtisalen kalktılar, zirve istikametinden yürümeye başladılar. Kırkpınar’daki lâyezal yeşillikle zirvede ve eteklerinde görünen kar, tabiatın rengin bir cilvei tezadı, şuh bir melabei sanatı gibiydi. Yerde, gökte durmadan işleyen o gizli el, burada da zıt işler yapmış, ötede yeşil ve dilrüba bir sahne vücuda getirirken beride beyaz ve soğuk bir köşe resmetmişti.

      Altı yoldaş, manzaradaki tahavvüle lakayıt zirveye tırmanıyorlardı. Kuytu yerlerde beyaz bir bohçaya, yamaçlarda lekesiz bir perdeye benzeyen karlar, hiçbirini alakadar etmiyordu. Abdal Musa’dan maadası Geyikli’ye giden mektupla onun gönderdiği cevabın mefhumunu düşünmekle meşgul bulunuyordu.

      Abdal Murat, yolun yarısında dayanamadı:

      “Hoş gör ya Musa!” dedi. “Bu anlaşmayı biz anlamadık. Ne söyledin, ne söyledi?”

      Marifetli ihtiyar, yegâne mameleki olan hırkasının göğsünü kavuşturdu:

      “Anlaşılmayacak şey değil ama ağzımdan işitmek istiyorsunuz. O hâlde söyleyeyim. Ben pamuğa ateşi sarıp Geyikli’ye şaka yaptım, şu manayı anlattım: ‘Biz himmeti pir ile insanın ruhuna tahakküm ederiz. Ziyaretimize gelmek şanınıza noksan vermez.’ O bana geyik sütü göndermekle şu cevabı vermiş oldu: ‘Ben vahşi mahlukatı hükmüme ram eyledim, onların sütü ile gıdalanıyorum. Siz benim ziyaretime gelin!’ Zevilervaha ve bilhassa tab’an vahşi olanlara nüfuz etmek cemadata tahakkümden daha yüksek bir iş olduğu için Ahu Baba bizi ilzam etmiş oldu. O sebeple ayağına gidiyoruz.”6

      Alplar, hakkalinsaf söylenirse, o muhabere ve şu muhavereden hiçbir şey anlamamışlardı. Onlarca, ateşi pamuğa sarmak bir hüner, geyik sütü sağmak ise alelade bir işti. Koluna güvenen, yerinde aslan sütü de sağabilirdi. İş, ateşi yakmaz bir hâle getirmekteydi. Binaenaleyh Abdal Musa’nın Geyikli’yi yüksek görmesi tuhaflarına gidiyordu. Ruh ve ruha nüfuz meselesi onların düşünmedikleri, düşünemedikleri şeylerdendi. Alplar, harbin silahla kazanılacağını, hastalığın ilaçla geçeceğini bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı. Abdallara muhabbet ve hürmetleri onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insanı kâmil olmalarından ileri geliyordu.

      Doğrusu abdallar da birer cihangirdi. Kimi Horasan’dan, kimi İran’dan gelen bu zeki Türkler, uzun ömürlerinin her anını bir tecrübe ve bir müşahedei arifaneyle geçirdikleri için görüşlerinde isabet, reylerinde rezanet vardı. Taşıdıkları muharip ruhuyla muhite intibak ettikleri gibi zekâlarındaki yükseklik, tecrübelerindeki genişlikle de hem muhit oldukları insanların fevkinde yükseliyorlardı.

      Alplar, işte bu saik altında olanlardan fikir alıyorlar ve onlara itimat besliyorlardı.

      Musa Dede’nin gösterdiği hüneri beğenmekle beraber ona verilen manayı ihata edemiyorlardı. Şu kadar ki ince eleyip sık dokumaya da lüzum görmüyorlardı.

      Abdal Murat’la Duğlu, bittabi alplar gibi düşünmüyorlardı. Onlar, Baba Musa’yla Geyikli arasındaki dervişane cilvenin inceliğini anlamışlar ve Geyikli’ye de hak vermişlerdi. Bütün hüneri, tahta kılıcıyla Rum kafası parçalamaya ve iri yılan öldürmeye inhisar eden Abdal Murat iki dedenin şu mücavebesine hayran ve Duğlu da aynı suretle gıptakârdı. Binaenaleyh Musa’nın verdiği izahatı dinledikten sonra her ikisi boyun kırarak mırıldanmışlardı:

      “Geyikli haklı. Hepimiz elini öpsek yeri var.”

      Ahu Baba, üç abdalla üç alpı, karlı bir sahada ve bir sürü geyik arasında kabul etti; elini öpenlerin omuzlarını okşayarak iltifatta bulundu ve içlerinden Abdal Musa’yı muhatap ittihaz ederek:

      “Ne dersin ya Ahi!” dedi. “Nice demdir ararım, bir kar kurdu bulamadım.”

      “Bir zayıf mahluk için bu zahmet neden?”

      “Şu büyük suyu geçip karşı yakada mızrak parlatacak ilk yiğit için arıyorum.”

      “Ne olacak?”

      “Kurdu bir çanak kımıza koyacağım ve onu o yiğide sunacağım. Yeryüzünde kimse öyle bir kımız içmedi.”

      “Tat mı verir?”

      “Hayır; soğutur fakat Kevser gibi soğutur!”

      Alplar yekdiğerinin yüzüne bakıştı. Geyikleri yerinde at, yerinde inek gibi kullanan, taşıdığı altmış okka sıkletindeki kılıçla, kütle kütle Rum halkının rüyasını yıldırımla dolu mahşerlere çeviren bu bahadır dedenin, uzun günlerini bir kar kurdu bulmak için şu soğuk tepede geçirmesine apaçık izharı hayret ediyorlardı. Mahaza, onun, bu bilgisi yüksek ve bileği çelik adamın o kurdu bir muharibe hediye vermek için araması da hoşlarına gidiyordu. Suyu Kevser gibi soğutacağını söyleyen şu kurt, bir nevi zafer mükâfatı oluyordu.

      Alplar ani bir hâhişi ruh içinde o mükâfata nefislerini namzet yapıvermişlerdi. Üçünün de yüreği, büyük denizi geçen ilk yiğit olmak için titriyordu. Dünyada kimsenin içmediği o bir çanak kımızı içmekle, içebilmekle ünlerinin bir parça daha yükseleceğini düşünerek âdeta sabırsızlanıyorlardı.

      Bir alp için bu, gayet tabiiydi. Harple zaferle alakadar olan her şey, onları tahrik ve tahriş ederdi. Şimdi de Geyikli Dede’nin kar kurdu ile soğutacağı kımıza imreniyorlardı. O şarabı millîyi, işitilmemiş şekilde soğutulmuş olarak ve hakkı zafer hâlinde içmek için İstanbul sahillerine geçmek mi lazımdı? Onlar, senelerden beri zaten bu emelle bikarar bulunuyorlardı. Bakacak’tan, birkaç saat evvel ayrılırken bile aynı hülyanın takatşiken tazyikini ruhlarında hissetmişlerdi. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün mutlaka bu işe teşebbüs edecekler, atlara yol vermeyen o durgun ve derin dereyi nasıl olsa geçeceklerdi.

      Akça Koca ile arkadaşları bu düşünce ile bulundukları yerden Boğaz istikametine gözlerini çevirmişlerdi. Küme küme bulutlar, alaca renkli turna sürüleri gibi Bursa’nın üzerinde uçuşuyor, ufuktan uzaklaşmak isteyen güneşin göğsünden dökülen kıvrak hatlar, İstanbul’un ve Gelibolu’ya kadar Boğaz’ın üstünde oynaşıyordu. Cenuptaki Kütahya, şarktaki Söğüt Dağları, boyunlarını kaldırarak Boğaz’dan geçecek ilk Türk dilaverini güya seyre hazırlanıyordu.

      Geyikli Baba, alpların bakışındaki ateşli iştahı, hasretengiz heyecanı anladı:

      “İmrendiniz, değil mi?” dedi. “O hâlde ölmeye, çabuk kakırdamamaya bakın. Şu suyu aşın; karşıda at oynatın. O vakte dek ben de bir kar kurdu bulur, kımızı hazırlarım. Kevser’i yeryüzünden içmek daha tatlı olur!”

      Duğlu sordu:

      “Kar kurdunu çocukluktan beri duyar dururum. Lakin ne kendini gördüm ne bulanı tanıdım! Acemlerin Hüma’sı gibi bu da ismi var cismi yok bir şey olmasın?”

      Geyikli,