kurdun millî hikâyelere bu kadar karışmış olmasına hürmeten Türkler, yemişlere ve ağaçlara musallat olan kurtlara böcek demeyi tercih ederlerdi. Atılgan, yerine göre hassa ve pençesine mutemet cesur bir mahlukun, bir kiraz tanesinin dar ve kapalı kucağında miskince tagaddi eden yahut bir ağaç kabuğunda yuva tutan cılız, renksiz ve kıymetsiz hayvancıklarla hemnam olmasını hoş görmezlerdi.
Bu nükteyi, birçok Türk’ten daha iyi bilen Geyikli’nin, kar yığınları arasında gayri meri ve hatta meçhul bir hayat yaşayan bir böceği kurt olarak tarif etmesi, ona müstesna bir mahiyet izafe ederek günlerce ele geçirmeye uğraşması ve hele onu en şerefli bir iş görecek olan bir Türk muharibine adaması meraklarını tahrik ettiğinden verilecek izahatı sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Geyikli Dede, üç alpın ve üç abdalın bariz bir merak içinde kar kurdu için malumat beklediklerini görünce tatlı tatlı anlatmaya koyuldu:
“Aradığım kurt, Kudretullah’tan garip bir numunedir. Ulu Tanrı, o küçük mahluka ne süs ne kuvvet vermiştir. Bilseniz şaşarsınız. Bu kurdun esrarını ne Ebu Ali Sina ne Eflatun anladı. Gelip geçen hükema, ulema ve bütün dehriler (filozoflar) kar kurdunun bir âlem, akıllara hayret veren bir âlem olduğunu söylerler!”
Akça Koca esnedi. Diğer alplar da ellerini ağızlarına götürdüler. Abdal Murat:
“Görüyorsun ya Geyikli.” dedi. “Kar kurdu masalı uyku getiriyor. Ulemayı, hükemayı bırak da şu böcek nicedir, onu anlat.”
Geyikli, iri gözlerini hiddetle açtı ve derakap tehevvürünü yenerek mırıldandı:
“Men lem yezük, lem ya’rif!”
Duğlu, iki elini havaya kaldırarak bağırdı:
“Âmin!”
Abdallar gülüştü, alplar mütehayyirane bakıştı. Kar kurdu mevzusu bahsolunurken Geyikli’nin birdenbire dua okuması, Duğlu’nun âmin demesi ve sonra gülüşmeleri hayretlerini mucip oldu. Bu ağırbaşlı bilgiçler, bu çelik yürekli ihtiyarlar, dağ başında şakalaşmaya mı girişmişlerdi?
Abdal Murat, onları hayrette bırakmamak için anlatmaya lüzum gördü:
“Ben Geyikli’ye ‘Sözü kısa kes.’ dedim. O da gençliğinde ders görmüş ya, o günleri hatırladı, hocasından aldığını bize sattı, Arapça bizi azarladı.”
Akça Koca sordu:
“Ne dedi?”
“ ‘Sağır, davuldan ne anlar.’ dedi.”
“Ya Duğlu, niçin âmin okudu?”
“Türk meclisinde Arapça yakışmaz, demek istedi.”
Geyikli, altmış okkalık kılıcını, hafif bir sopa gibi sağdan sola çevirdi:
“Bu soğuk horata yeter.” dedi. “Dinleyecekseniz söyleyeyim yahut siz söyleyin ben dinleyeyim.”
Alplar bir ağızdan yalvardılar:
“Hele sen söyle!”
“Kar kurdu, bazı bilgiçlerin dediğine göre dut tırtılı (ipek böceği) gibi kırk ayaklıdır. Sırtında kırk benek vardır, her benek ayrı bir boyadadır. Böyle bir deri ne kaplanda ne yaban kedisinde ne de başka bir hayvanda görülmüştür. O çeşit çeşit beneklerin bu küçük cüssede parlaması akıllara şaşkınlık verir, gözleri kamaştırır.
Kurdun gözleri de acayiptir. Zümrüt taşı gibi yeşildir, pırıl pırıldır. Lakin bazen görülür, bazen görülmez. Var mıdır, yok mudur, fark edilmez. Ama vücudu gayet mevzundur.”
Akça Koca sordu:
“Bu hayvancık salt su mu soğutur?”
“Hayır! Onun hassaları çoktur. Suyu Kevser gibi soğutmasına gelinceye kadar daha neleri var neleri!”
“Söyleyin de biz dahi öğrenip şad olalım.”
“Bu kurdun en büyük hassası piri, civan etmesidir. Bir adam erkekliğini tüketse, amelden kalsa; bir hatun hayzü feyzden kesilip işe yaramaz olsa bu kurdu yemekle biemrillâh tazeleşirler, çiftleşmeye, döl alıp vermeye derman bulurlar. Gençler, kar kurdunu yeseler, pazıları çelik, bilekleri demir kesilir; kolları bükülmez, sırtları yere gelmez olur. Sizin anlayacağınız bu mübarek kurt değil, iksiri azamdır. Sönmüş yürekleri ateşlendirir, kurumuş kaynakları yeni baştan canlandırır. Onun gözleri keskinleştirdiği de rivayet olunur.”7
Abdal Murat gülümseyerek:
“Öyleyse.” dedi. “Pirin yardımcı, bahtın açık olsun. İnşallah bir değil, birkaç tane kar kurdu bulursun da birisini bizim Duğlu’ya verirsin. Aşağıda acı acı dert yanıyordu, akça pakça bir nesne görürse içine baygınlık geldiğini söylüyordu. Şu kurttan bir tane yutarsa civanlaşır, sürüsüne bakacak çobancıklar üretir!”
Geyikli:
“Sen eğlenegör.” dedi. “Ben bir kurt bulursam yapacağımı bilirim. Şimdi siz anlatın bakalım. Buraya niçin geldiniz?”
Bu suale Abdal Murat cevap verdi:
“Alçak gönüllülük edip bize yoldaş olursan Kırkpınar’a ineriz. Bir iki lokma alırız, sonra alpları dinleriz. Onlar tan yeri ağaralı taban tepip yürürler, bizimle dertleşmek isterler.”
Geyikli, yine Arapça bir muvafakat cümlesi savurdu:
“Allere’si vel’ayn!”
Duğlu da ayağa kalkarken mırıldandı:
“Âmin, âmin, âmin!”
ALPLARIN DERDİ
Ay, fezada dolaşmaktan yorulmuş da şânı âsümanisile mütenasip bir tevakkuf noktası arıyormuş gibi Uludağ’ın zirvesine yaklaşmış, o mualla noktada gümüş bir top gibi parlamaya başlamıştı. Şen ruhlu abdallar ve vakur alplar Dede Musa’nın misafiri sıfatıyla Kırkpınar’a inmişler, bir dere kenarına gelişigüzel oturmuşlardı. Çömezler, yeşil çimenler üstüne demet demet kül pidesi, bir çanak tereyağı ve bir külek taze bal koyarak mehtap altındaki kır sofrasını ikmal etmiş bulunuyorlardı. Geyikli Baba’nın sürüsündeki mevzun boyunlu, dilber bakışlı geyikler de uzandıkları yerde geviş getirerek o güzel sahneye tam bir dağ çeşnisi veriyorlardı.
Muhtasar lakin iştihaâver olan yemek yenilip buz gibi sular içildikten sonra o bezmin riyaset mevkisinde bulunan Geyikli Baba müzakereyi açtı:
“Dileğiniz nedir yiğitler? Kulağımız sizde.”
Akça Koca bir-iki öksürdü:
“Üçümüzün de tasası başka. Yaşça ben bunların büyüğüyüm. Önce kendi yüreğimdekini söyleyeyim: Ben yapılan işleri beğenmiyorum!”
Geyikli, Karlık’ta kar kurdu arayan ve bu muhayyel böcek hakkında yarı mizahi malumat veren latifeci adam vaziyetinden çıkmıştı. Gayet abus, bir hâkim gibi abus idi. Diğer abdallar da yüzlerine tunçtan bir örtü almış gibi ağır ve pür vekar bulunuyorlardı.
Akça Koca’nın sert ve müşteki bir sesle ortaya attığı mevzu üzerinde dört abdalın gözleri mütecessisane açıldı. Geyikli’nin ağzından mütehayyir bir sual fırladı:
“Neyi beğenmiyorsun ve niçin beğenmiyorsun?”
“Dili dilimize, dini dinimize uymayan ne idiği belirsiz çocuklardan çeri düzülmesini beğenmiyorum. Ha tavşandan tazı çıkarmak, ha Rum’dan çeri yapmak! Sonra ortada bir sürü ayrılışlar, büyüklükler, küçüklükler, karmakarışık işler var.”
“Peki bu işleri beğenmiyorsun. Ne yapmak diliyorsun?”
“İşin