M. Turhan Tan

Gönülden Gönüle


Скачать книгу

imparatoriçenin yatak odasını; bir mabet kadar rengin ve hülyaaver gördüğümüz o vuslatlar karargâhını nasıl unuturum! Şimdi bile düşündükçe tuhaf bir duygu içinde kalıyorum.

      Hafızam beni aldatmıyorsa o oda, sarayın en güzel, en muhteşem ve en dilrüba noktası, âdeta bir harikaydı. Tavanı, gökyüzü gibi yıldızlarla müzeyyendi; döşeme tahtası sade mozaikti, orta yerde mülevven tüylü bir tavus ve her köşede yeşil mermer üzerine işlenmiş, kanatları açık, uçmaya müheyya bir kartal resmi vardı.

      Bizans Sarayı’nı hatırlarken “İncili daire”yi de unutmuyorum. Hele vasilisaların çocuk doğurmalarına tahsis olunan saltanat odası hiç gözümün önünden gitmiyor. Bu odanın, biliyorsun ya, kapıları fildişi ve gümüşle tezyin edilmişti. Yerlere sırma işlemeli, hayvan ve çiçek resimlerini havi halılar serilmişti.

      Bu nuranur dairelerdeki zihayat debdebei gafleti de unutmuyorum. Sırma elbiseli, beyaz mantolu, yüksek başlıklı nedimler, harem ağaları, kilerciler, şaraptarlar, mabeyinciler ve maskaralar!16

      Sofralardaki ihtişam, altın sahanlar, kaşıklar, billur tabaklar ve bunların üstünde rengârenk nakışlar oynatan binbir kandilli avize, yemekten sonraki ahengi safa… Bunların hepsi, hepsi gözümün önündedir.

      Vasilisa’nın “Sen Etyen Kilisesi”ne gidişini de tafsilatına kadar tahattur ediyorum.

      Onun yüzlerce kadından ve sürü sürü hadımdan mürekkep bir alayla, manolyalar arasında zerrin bir kelebek gibi saraydan çıkışı; ahalinin, büyük rütbeli adamların yüzlerini topraklara sürerek bu altın tüylü dişi önünde diz çökmeleri; pencerelerden atılan çiçekler, kiliseden eğilen başlar ve çalınan erganunlar, hulus elmas, altın, sırma ve çiçekten müteşekkil bir manzara ki unutulması muhal.

      İşte bu hatıralara kıyasen benim de haşmetli bir sarayım, alay alay hizmetçilerim bulunduğuna, sokağa çıktıkça bütün halkın önümde eğildiğine zahip olursun, değil mi?

      Hayır Teofo, hayır. Türk’ün başı yıldırımların velvelesi karşısında bile eğilmez, bir fâniye karşı kölece serfürû etmeyiyse onlar rüyalarında görseler çıldırırlar. Bu büyük milletin muhabbeti ancak kalbî oluyor. Çocukları bile yüreklerinden sevip zahiren lakayıt görünüyorlar. Sanki sevgilerini, en meşru ve en mukaddes sevgilerini dilleriyle söylemekten bir riya çirkinliği seziyorlar.

      Demek ki benim alaylarım ve küme küme sacitlerim yok. Acaba sarayım nasıl? Elyevm çadırda oturduğumuzu söylersem kastı haşmetimi de anlamış olursun!

      Evet yavrum, şimdilik çadırda oturuyoruz. Bursa’ya, bu yeni hükûmet merkezine gelmezden evvel Yenişehir’de iyi bir evimiz vardı. Burada henüz öyle bir mesken tedarik edemedik. Zevcimin sözüne bakılırsa yakında beş altı odalı şık bir ev sahibi olacağız. Rum malı ve Rum yapısı evlerde oturmayı haşmetmeap zevcim -nedense- istemiyor, yeni bir ikametgâh yaptırmak fikrini besliyor. Eğer harpten, idari ve içtimai bir sürü işten zaman bulursa birkaç ay içinde bu fikrini yerine getirecektir.

      Mamafih, çadır hayatımız cidden şahane, yani bahtiyaranedir. Hele ben o kadar memnunum ki ömrümün sonuna kadar haymenişin kalsam sıkılmayacağım. Çünkü bu çadırlar içindedir ki Türklüğün ulvi varlığını yakından tetkik edebiliyorum. Demirleri eriten, kayaları paçavra gibi parçalayan bu ateşin ruhlarının, minimini bir çadıra sığışları, bizim Uludağ’ı mendile sığıştırmak gibi hayretengiz bir şey…

      Maahaza onların, bu dünyaya sığmayan o ejderlerinde, birer kuzu hilmü sükûnuyla içinde barındıkları şu mütevazı çadırlarla sizinkileri sakın kıyas etme. Bizim çadırlarımız müzeyyen değil lakin mükemmeldir, metindir, dilnişindir. Hepsi pamuk bezinden yapılmıştır. Askerlerimizinki bir direklidir, mahrutidir, üstleri bir kat bezdir. Alpların ve kumandanların çadırları iki direklidir, iki kat bezlidir.

      Bizim on çadırımız var. Biri kocama, biri bana, biri seyislere, ikisi misafirlere mahsustur. Biri mutfak çadırıdır. Dört tanesi silah ve mühimmat içindir. Bunlardan maada iki çadır daha vardır, iki de “kurbağa” dedikleri hamam çadırına malikiz. Görüyorsun ya. Bizans saraylarında mermer döşeli, rengârenk kurnalı hamamlara mukabil bizim de kurbağalarımız var. Öbürlerinde yalnız yıkanılmıyor: Beşeriyetin dişilik ve erkeklik cinslerini neviyetlerinden şüpheye düşürecek fazayıh irtikâp olunuyor. Bizim kurbağalar, içinde yıkananlar gibi temizdir, hiçbir çirkinliğin şahidi olmamışlardır ve olmayacaklardır.

      Sözü başka bahse kaydırarak mesut ikametgâhımızın mefruşatını söylemeyi unuttum. Şimdi o noktayı da yazayım, seni meraktan kurtarayım: Zevceminki de misafir çadırları da bizim çadır da koyun, ayı ve geyik postlarıyla döşelidir. Sofralarımız, çadırlarımızın ortasında kurulur.

      İkametgâhımı, mefruşatımı, soframı galiba beğenmedin. Öyleyse çok gafil ve cahil bir mahluksun. Şunu iyi bil ki hayatın, insani hayatın zevki, fıskiyeli havuzlar kenarında, sırmalı elbiseler içinde, mürai nedimler ve ruhsuz köleler arasında değil, yüksek yaratılmış insanların semalar kadar geniş ve yine semalar kadar temiz varlıklardan tereşşuh eden vicdanfirip lemalar arasında iktitaf olunabiliyor.

      Bizans sarayını da Türk haymelerini de gördüğüm için bu hükmümü bilerek ve anlayarak veriyorum. Saraylardaki hayat, süfliyetin sırmalara bürünmesinden başka bir şey değildir. Buradaki yaşayışsa insaniyetin şekli aslisile ve şekli asilile tecellisi demektir.

      Bugünkü ikametgâhımı öğrendin, şimdi nelere malik olduğumuzu da anlatayım. Zevcimin babası öldüğü zaman miras olarak tek bir altın ve tek bir gümüş bırakmadı. Onun bir kaşığı, bir tuzluğu, bir işlemeli kaftanı, yeni bir sarığı vardı. Bunlardan başka mebzul silah yığınları, kıymetli atlar, birkaç tane çift hayvanı ve üç sürü koyun terk etmişti.17

      Zevcimin bu basit mirasa ilave ettiği eşyanın da aynı mahiyette ve aynı kıymette olduğunu maaliftihar söyleyebilirim.

      Lakin bu fakr içinde ne büyük bir serveti hissiye ne muhteşem bir gınayı kalp var! Bizans İmparatorluğu’nun payitahtı bile zevcimin bir bakışıyla zelzele geçirirken ve civarımızdaki kaleler, şehirler birer birer Türk silahına ram olup giderken ne kocamın ne arkadaşlarının yüzlerinde gururun galiz gölgesi görülmez. Kibir, çalım, nümayiş ve tefahür, tıpkı altın ve elmas gibi onlarca menfur.

      Evet Teofacığım; Türkler süslenmeyi, sırmalara bürünüp saraylarda salınmayı, sokaklarda boy göstermeyi ve bunlara mümasil zevkleri mağluplara bırakıyorlar. Kendileri yalnız zafer hazzıyla, galibiyet hazzıyla iktifa ediyorlar. Önlerinden kaçan; karılarını, kızlarını bırakıp kaçan mağlupların yaldızlarından bihakkın iğrenerek kendi silahlarının engin iltimaını mas ile zevkyap oluyorlar. Onların bu hâlinde, mağlupların tantanaları vakur bir istihzayla seyredişlerinde, derisine yaldız sürülen bir yengecin gülünç tavrını temaşa eden muhip aslanların bakışı sezilir.

      Sana hayatımın kabataslak resmini ve hiç olmazsa o hayatın ana hatlarını çizdim sanıyorum. Benim gibi birkaç asırlık prens kanı taşıyan bir kadında bile esirane incizap uyandıran diğer esbabü avamilin kalemle izahını çok müşkül görüyorum. Şu kadar söyleyeyim ki üç buçuk kalem darbesiyle çiziverdiğim şu hayat çerçevesi içinde ben, tamamıyla mesut bir noktai ziruh gibiyim. Kendimi, şen gözlerini semaya kaldırarak kartalların azametli uçuşlarını -heyecanla- temaşaya dalan bir kuşa benzetiyorum.

      Doğrusu, siz de sık sık kartal görüyorsunuz. Lakin sizin kartallar, bir ressamın veya heykeltıraşın elinden çıkan cansız şeylerdir.

      Benim, heybetli tayaranlarına en yüksek bir hazzı ruhlanigeran olduğum kartallarsa gagalarına