yuvasına böcek dolduruyorlar, yarın bizim çocuklarımız bunlarla nasıl bağdaşır?
Bu iş bana ağır geliyor. Sizin görüşünüz keskindir. Beni kandırın. İçimden şu üzüntü gitsin. Yarın öbür gün savaşa gideceğiz. Tanrı biliyor ya, şu çeri işini düşündükçe elim ayağım eksiliyor, isteğim azalıyor. Eğer benim görüşüm doğruysa söyleyin. Çandarlı’yla da Alettin’le de göğsümü gere gere karşılaşayım. Yaptıkları işi yine kendilerine bozdurayım. Ben yanlış görüyorsam yine söyleyin içim ferahlasın, güle güle savaşa gideyim.”
“Bu kadar mı?”
“Evet.”
Geyikli, Konur Alp’a döndü:
“Yiğit yoldaş, senin dileğin ne?”
“Benim sıkıntım da aşağı yukarı Akça Koca’nınkine benziyor. Ben de Rum kızlarının Türk erlerine, hem de alp oğlu alplara nikâhla avrat oluşuna içleniyorum. Kendi kavmine, kendi kabilesine yâr olmayan bu eksik eteklerden Türk’e ne hayır olacak sanki? Çok düşündüm, bu sırra aklım ermedi. Bir patavatsızlık etmemek için sesimi kısıyorum. Lakin yüreğim yanıp duruyor. Bir Türk’ün Rum kızı aldığını işitince içime ateş düşüyor. Bence yılanı gebe etmek, Rum kızlarından döl almaktan daha iyi. Hiç olmazsa onun rengi belli, zehiri belli. Bunların her şeyi karışık! Sizden akıl alırsam belki içim rahatlaşır. Ya bu işte hayır var der susarım yahut Rum kızı alınmasını yasak ettirmek için uğraşırım.”
“Bu kadar mı?”
“Evet.”
Geyikli şimdi Abdurrahman’a soruyordu:
“Ya sen babayiğit, neden huylanıyorsun?”
“Benim huylandığım filan bir şey yok. Ben artık evlenmek istiyorum. Bana kimi yakıştırırsanız zahmet edip dünür olun diyeceğim.”
“Âlâ. Şimdi biz anlaşalım. Ne dersin bakalım Ahi Musa?”
Abdal Musa, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, tab’an filozoftu. Hikmeti eşyayı tamik etmekten zevk alırdı. Bütün ömrünü müteselsil “niçin”ler içinde geçirmişti. Alpların zahiren safdilâne, hakikatte milliyet perverâne olan kaygılarını can kulağıyla dinlemiş, derin derin düşünceye dalmıştı.
Geyikli’nin suali üzerine ağzını açmadı. Parmağıyla Duğlu’yu gösterdi.
Ahu Dede, onun iptida küçükten başlanarak fikir toplamasına taraftar olduğu zehabıyla sualini Duğlu’ya tevcih etti. Hâlbuki, o düşünmek istiyordu, silsileimeratip kaydında değildi.
Duğlu, kendine ciro edilen suali kabul ederek:
“Akça Koca da Konur da.” dedi. “Yanılıyor, yapılan işler doğrudur.”
“Neden doğru?”
“Atıldığımız yol, hem geniş hem uzun. Bu yolda gelişigüzel yayılırsak izimizi kaybederiz, sesimizi birbirimize duyuramayız. Yeniçeri düzmek o sebeple lazımdır. Bu çeriler bizim izimizi doldururlar. Onların asıllarını düşünmek boş şey. Benim hayvancıklarım, Geyikli’nin ahuları söz anlar olduktan, asıllarını unutup bize ısındıktan sonra devşirmeleri adam etmek güç mü?
Konur Alp tasası büsbütün hava! Mahsulü yetiştiren tohumdur. Tarla, çorak olmasın da ne olursa olsun. Mesele tohumun temiz olmasıdır.”
“Abdurrahman’ı evermek için kimi münasip görürsün?”
“Kendi gibi ünlü bir yiğidin kızını.”
Geyikli, Abdal Murat’a eğildi:
“Sen ne dersin kardeş?”
“Ben şu iki yiğide hak veririm. Aslan izinde tavşan yürüyemez, kaplan koynunda kurbağa yakışık almaz. Cinsi cinsine, dengi dengine. Bu sözüm Abdurrahman’a da cevap!”
“Sıra sende ya Musa!”
Abdal Musa, zeki gözlerini açtı, alplarla abdalları ayrı ayrı süzdü:
“Bilmem dedi, hiç rast geldiniz mi? Bazı adamlar kırmızıyı tanımaz, siyahı görmez, yeşili seçmez.8 Bizim alplar o adamlara benziyorlar. Yalnız beyazı görüyorlar, başka boya tanımak istemiyorlar. Kendileri kâhil olduğu için biraz da haklıdırlar. Ağaç ihtiyarlayınca aşı tutmaz olur. İnsanlar da kâhil olduktan sonra yenilikleri kolay kolay kabul edemezler.9 Hâlbuki şu çeri işi ve yapılan öbür işler, Zeyd’in, Amr’in, Ali’nin, Veli’nin ela gözünün hatırı için değil, milletin hayrı için yapılıyor. İşte burasını unutmamalı. Sonra da şunu bilmeli ki renk bir değildir. Çeşit çeşittir. Her rengin yakışık aldığı yer vardır. Ayağa yeşil, başa sarı yakışmaz, insanların yaşayışı da tıpkı renkler gibidir. Yerinde değişmelidir.
Biz Türkler yeryüzünde büyük bir değişiklik yapıyoruz. Temeli sarsılmış, sıvası dökülmüş, çatısı eğilmiş bir evi çökmekten kurtarmaya savaşıyoruz. Bu çürük çatı ‘rub’u meskûn’dur, şu geniş toprağın üstüdür. Eğer başladığımız büyük işi kendi başımıza başarmak istersek çabuk yoruluruz, çabuk tükeniriz. Çünkü iş büyük, ırgat az. Hâlbuki yıkılmaktan kurtarmak istediğimiz büyük yapı salt bizim değil. İçinde yüz türlü millet var.
Konur Alp’a da nice din ulularının, nice ulu hakanların kendi asıllarından olmayan kadın aldıklarını, onlardan çocuk yetiştirdiklerini söyleyeceğim. Daha dün, Gazan Han’a büyük Rum tekfurunun kızı nişanlanmadı mı, o kız da Hakan’a güvenip bize çalım satmadı mı? Daha evvel Abak da Hülâgu Han da tekfurun kızına nişanlanmamışlar mıydı?10
Abdurrahman’ın kaygısı öbürlerinden büyük iken kimse aldırmadı. O dava sudan geçildi. Hâlbuki evlenme işi yaman iştir, baştan savma cevapla o işe karar verilmez. Bana kalırsa çok düşünmek lazım. Zira gönüle uyup, hevâ ve hevese kapılıp bir dişiyi eve kapamak başka, düşüne taşına evlenmek yine başkadır. Orhan gibi, Kara Ali gibi Rum kızı almak var, çadır ardında sadak (ok torbası) hazırlayacak, at sırtında yay taşıyacak hatun almak var!
Gelişigüzel kız almak, onu beğenmeyince bir daha ve bir daha almak, sonra topunun ayağındaki bağı çözüp yerine yenilerini getirmek bize kolay görünür. Hâlbuki bu, hüner değildir, erlik de değildir. Alınan kadın, döşekte kendisine yer verilen kadın teneşire yatıncaya dek bırakmamak gerek. Kısır olana sözüm yok. O gibisi salt kaşık düşmanıdır. Öyleyken o da kovulmaz, sürülmez. Köşeye oturtulup duası alınır. Şimdi soruyorum: Abdurrahman’a ne çeşit kadın yakışık alır?”
Abdallar bu suale cevap vermediler. Evvelce fikirlerini söyledikleri cihetle bu bahis üzerinde tekrar ağız açmayı istemiyor gibiydiler. İki alpsa bu meselede bitaraf bulunuyorlardı. Kendileri yaşlarını, başlarını almışlar, unlarını eleyip eleklerini çengele asmışlardı. Artık harpten başka bir şey düşünmüyorlardı. Abdurrahman’ın kendilerini dinlemeyip bulacakları kızı almaya razı olmayıp abdallara müracaat etmesine de biraz kızıyorlardı. Onun gibi bir yiğidin yine kendisi gibi yiğit kızı almasını -Duğlu’nun da söylediği veçhile- gayet tabii buluyorlardı.
Geyikli, alpların da abdalların da sükût ettiklerini görünce yine kendisi söze başladı:
“Eski bir kıssayı hatırladım. Horasan’da bu kıssayı çok söylerler. Baba, oğlunu evermek isteyince yiğit oğlan sormuş:
‘Baba çün meni everim dersin. Mene layık kız nece olar?’
Baba cevap vermiş:
‘Sen