M. Turhan Tan

Gönülden Gönüle


Скачать книгу

dinlerken sordu:

      “Sabinler kim?”

      Hocamızdan vaktiyle öğrendiğim kadar bu eski hikâyeyi anlattım. Romüs, Romülüs efsanesini, Sabin kızlarının kaçırılmasını ve şimdiki Roma şehrinin eski hâlini uzun uzun söyledim. Zevcim bütün bu sözleri kemali ciddiyetle dinledikten sonra:

      “Tuhaf şey dedi, bizim Bozkurt, Roma’da dişi kurt olmuş. Demek ki Türk masalları gün batan yerlerde de söyleniyor. Roma dediğin yer rimpapanın oturduğu şehirdir. Biz ona Kızıl Elma deriz.”

      Burada nasıl yaşadığımı, tantanamın, debdebemin yerinde bulunup bulunmadığını, zevcime tenimi mi, yüreğimi mi verdiğimi soran satırları dinlerken kuvvetli erkek gülümsedi:

      “Ya imreniyor ya merak ediyor.” dedi. “Herhâlde duygulu kız!”

      Ve sonra iri ela gözlerini ebedî malikânesine, benim yüreğime tevcih ederek sordu:

      “Bu kız güzel mi?”

      Cevap verdim:

      “Son derece!”

      “Huyu nasıl? Titiz mi, uysal mı?”

      “Huyu da yüzü gibi güzeldir. Çalışkandır, elinden her iş gelir.”

      “Öyleyse onu bir Türk’e verelim. Er nasıl olur görsün, tasadan kurtulsun.”

      Tabiidir ki ben bu sözü latifeye hamlettim. Fakat zevcim, mütemmim izahatıyla ciddi konuştuğunu anlattı:

      “Lülü!” (Zevcim bana Nenufar yahut Türklerin dediği gibi Nilüfer demez, Lülü diye hitap eder.) “Rum kızları mezbeleye düşmüş güle benziyorlar; onları çöplükten birer birer kurtarmak istiyorum. Güzel bir kız için, en şerefli yastık bir Türk’ün göğsüdür. Şu senin Teofano’yu da miskin, korkak ve sarsak bir Rum’un karısı olup ölünceye kadar üzüntü çekmekten kurtaralım, kadın kıymeti bilen ve erkek kıymetini de karşısındakine bildirebilen bir babayiğite verelim.”

      Senin güzel yüzün o dakikada gözümün önüne geldi. Zevcimin uzaktan gördüğüm arkadaşlarını da aynı zamanda düşündüm ve birer birer gözümün önünden geçirdim. Belki kızarsın, belki darılırsın. Lakin sana muhabbetim her türlü mülahazaya galebe ettiğinden zevcime bilâihtiyar şu cevabı verdim:

      “Teofano’yu mesut ediniz. Ben de minnettarınız olurum.”

      Zevcim bu cevap üzerine emretti:

      “Öyleyse kendisine yaz. Bir gün buraya gelsin, seninle görüşsün, anlaşsın. İşine gelir ve kabul ederse münasip bir arkadaşa onu nikâh ederiz, bizim gelinimiz olur.”

      Ben vallahi sevindim. Zevcimi Kaldıralık’ta ilk gördüğün gündeki zevki ruhiyi yeni baştan hisseder gibi oldum. Bence, bir Türk’ün karısı olmak, Olimp’in zirvesinde oturduklarına vaktiyle inandığımız riyakâr, yalancı, zani ve müfteri hudalarla hembezm olmaktan daha büyük bir mazhariyettir. Binaenaleyh, zevcim bu fikrini, bu lütufkâr ve belki rehakâr fikrini derakap sana tebliğe müsaraat ettim. Dadını biraz daha alıkoyarak kalemi elime aldım, şu mektubu yazmaya başladım. Mektubunu dinleyen zevcim, benim cevabımı görmek istemedi, dilediğimi yazmakta beni hür bıraktı. Bu müsaadenin tazammun ettiği itimat, benim için ne büyük şereftir!

      Güzel Teofanocuğum, şimdi beni dinle. Fakat kilisede falsolu bir erganun dinler gibi esneyerek değil, bir seher rüzgârının gül yapraklarına fısıldadığı teraneyi dinler gibi dinle. Bülbüllerin yekdiğerine okudukları şiiri kalbi dinler gibi dinle. Çünkü benim sözlerim de bir şiirdir ve bu şiir, kör Homer’in bir dilim ekmek alabilmek için kapı kapı dolaşıp okuduğu efsanevi şiirler, süslü yalanlar değil. Her kelimesi hakikat denilen İlahi membalardan alınmadır.

      Teofano! Elbette hatırlarsın. Sen ve ben, güya terbiye görmek için Bizans Sarayı’na gönderildiğimiz zaman bir sürü malayaniyat arasında felsefe dersi de almıştık. Hocamız, Pisagor’dan “Pythagoras”, İksenefon’dan “Xenophanes”, Eflatun’dan, Sokrat’tan bahsederken sen esnerdin, ben gülerdim. Elea Mektebi, İtalya Mektebi, Yunan Mektebi15 gibi taksimat, bizi ya uyutur ya güldürürdü. Hocamız, uzun ve kirli sakalını sıvazlaya sıvazlaya ve çapaklı gözlerini bizim terü taze yüzlerimizde yıkaya yıkaya akliyunu anlatırken başımızı kaşır, hissiyyûnu söylerken birbirimizi çimdiklerdik.

      Şimdi o derslerden birini hatırlıyorum. Felsefe muallimi bir gün “Arhitipos, Archetype.” tabirini anlatıyordu. “İlk şekil nedir?” diye kendi kendine bir sual soruyor ve cevabını da yine kendi vererek tam bir saat çene oynatıyordu. Bu uzun bahis sırasında küçük bir mud-hike geçmişti. Eflatun’un mu, başka bir filozofun mu, her kiminse ortaya attığı “Afto, to, kalon-bizzat iyi.” nedir sualine hocamız cevap isteyerek iptida -yaşça küçük olduğun için- sana hitap etmişti.

      “Cevap veriniz.”

      Sen “Afto, to, kalon; afto, to, kalon!” diye bir müddet mırıldandın ve cevabı yapıştırdın:

      “Oynamak!”

      Hocanın çapaklı gözleri biraz bulandı ve bana döndü:

      “Siz söyleyiniz.”

      “Uyumak!”

      Hoca, kitabını alıp, cübbesini toplayıp pis bir çehreyle savuşmuştu. O zamandan beri, bu masum mudhikeyi sık sık tahattur ederim ve şu “Afto, to, kalon”un ne olacağını düşünürdüm. Kaldıralık Boğazı’nda, hayatımın o dönüm noktasında bütün hislerim, bütün fikirlerim, bütün kanaatlerim değiştiği gibi idrakim de genişlemiş olacak ki o meşhur sözün ihtiva ettiği düşündürücü sualin cevabını derin bir imanla ve şüphe yok ki büyük bir isabetle buldum:

      “Bizzat iyi, bizzat güzel, bizzat muhteşem, Türk’tür.”

      Evet çocuğum! Eflatun Türkleri bilseydi, onların meziyetlerini, kıymetlerini tetkik ve tamik edebilmek şerefini kazansaydı “afto to kalon” için ancak benim verdiğim cevabı kabul ederdi. Kâinat, felsefe dersinde gördüğümüz veçhile, bir hayalî muğfilse Türk bu her dem mütehavvil eşkâlü eşya arasında tek bir hakikati sabitedir. O büyük, her türlü büyüklüklerden büyük hakikatin gölgesinde yaşamak paha biçilmez bir bahtiyarlık ve o hakikatin kucağına yükselmekse muhayyel ilahelerin değil, ervahı tayyibenin de kıskanacağı bir saadettir.

      Ben sana işte böyle bir saadet müjdeliyorum; kabul etmekte küçük bir tereddüt gösterirsen ahmaklık, körlük ve hayvanlık etmiş olursun.

      Kelimelerim sana ağır gelmesin. Yarhisar tekfurunun kızı, Aydos hâkiminin kızına, çocukluklarının en tatlı seneleri birlikte geçmiş iki hemşirei ruhtan büyüğü küçüğüne, bir hakikati kabul ettirmek için her şeyi söyleyebilir.

      Sen benden yalnız bir noktayı istizahta haklısın. Zaten mektubunda da ona temas etmişsin. Benim nasıl yaşadığımı, debdebe ve tantanamın yerinde olup olmadığını sorarak dolayısıyla Türk hayatının içyüzünü anlamak istemişsin.

      Aynı muhitte doğup büyüdüğümüze, aynı terbiyei fikriyeyi aldığımıza göre beni meşhur ve mesut eden bir âlemin seni de teshir ve bahtiyar etmemesine imkân yoksa da cehlini izale için, ulvi meçhuller hakkında seni tenvir ve ikaz için gördüklerimi, öğrendiklerimi, anlayabildiklerimi söyleyeyim.

      Bilmem ki sen, benim prensesliğimi ne şekilde tasavvur ediyorsun! Şüphe yok ki gördüklerine ve bildiklerine kıyasen benim hayatıma bir renk veriyorsun.

      Mesela; Bizans Sarayı’ndaki prensler dairesi gibi bir daire, rengin dibalar, ipekli kumaşlar, kıymetli halılar serili sofralar, mermerleri üzerine pembe gül yaprakları serpilmiş koridorlar; mozaiklerle örtülü duvarlarında genç kızların gözlerini yere eğdiren manalı tablolar asılı salonlar;