neyse önüne o çıkar.”
Duğlu, kemali heybetle bağırdı:
“Kengeş (müşavere) bitti. Artık yârenlik başlayacak.”
Alplar da abdallar da gülüştüler ve başka şeylerden bahse başladılar. O günün en mühim mevzusu, yurdu genişletmek ve her gün biraz daha genişleyen yeni yurda yerleşmek meselesiydi. Oğuz Türkleri’nin yeni yurda verdikleri ehemmiyet pek büyük olmakla beraber, her yeni alınan yer, şarkta, göz görmez el ermez uzaklıklarda kalan asıl yurdun hicranını tazeleyen bir vesile oluyordu.
Babalarından, dedelerinden eski yurdun melali ziyamı tevarüs eden alplar ve abdallar, aziz bir hayal hâlinde şarkı düşünmekten hâli kalamazlardı.12 Bu hayal ve bu tahayyül, kendi aralarında millî efsanelerin, millî vakaların sık sık yâd olunmasını intaç ederdi.
Ay, zirveden ayrılarak Kırkpınar kaynaklarında yıkanmak ister gibi o sahaya temayül etmişti. Kendisi suya girmekten ürküyor gibi yüksekte duruyor ve ancak aksini derelere, membalara atarak çeşit çeşit cilvei raks, cilvei ziya yaratıyordu. Yedi Türk; süslü, canfeza bir serinlik içinde ve bu dilrüba işvei mahitap altında yâdı mazi ile gönül eğlendiriyordu.
Söz ebesi Abdal Musa’ydı ve eski Türk’ün yüksek vatanperverliğini anlatarak Hunların ilk emiri meşhur Mete’yi misal getiriyordu:
“Mete yurt için, yurdun çiğnenmemesi için neler çekti ne ağular yuttu. Düşmanlar onun yurduna saldırmak için bahane arayıp duruyorlardı. İptida Mete’nin göz bebeği kadar sevdiği atını istediler. Bu at saatte bin fersah -dört bin kilometreden fazla- yol alırdı.
Mete, tek Türk’e zarar gelmesin diye atını feda etti. Düşmanlar işi azıtarak Mete’ye ‘Karını gönder.’ dediler. Bütün beyler, bu edepsizliğe kızdılar, kurultayda tolgalarını atarak bağırdılar.
‘Harp, harp!’
Mete gözünün yaşını yüreğinin ateşinde kuruttu, yüzünün sarartısını tolgasının gölgesinde sakladı, beylere cevap verdi:
‘Ben yurdumu aşkım için çiğnetemem. Varsın karım da yurduma feda olsun.’
Yurt için yurttan atılan kadın düşman sınırının kenarında kendine kıydı, orada yine kendi yurdunun bir köşesine gömüldü, düşman bu sefer Türk toprağından bir parça istedi. Kurultay, harp olmasın diye razı oldu.
Fakat Mete, atını ve karısını yurt için feda eden Mete, bir dolu bulutu gibi karardı ve gürledi:
‘Yurt kimsenin malı değildir! Mezarda yatan babalarımızın, kıyamete kadar doğacak çocuklarımızın bu mübarek toprak üzerinde hakları vardır. Yurdumuzdan bir karış yer vermeye kimsenin hakkı yoktur. Artık harp edeceğiz. İşte ben atımı düşmana sürüyorum. Arkamdan gelmeyen tıpkı yurt düşmanı gibi ölecektir.’ ”
Abdal Musa yurt sevgisinin bu beliğ misalini anlattıktan sonra sözü tesanüt lüzumuna intikal ettirdi:
“Türk’e çok yara açtı, bizi de yurdumuzdan ayırdı ama Cengiz’in büyüklüğü inkâr olunmaz, onun el birliği işinde verdiği öğüt ne kadar güzeldi! Bilmem işittiniz mi? O yüce adam öleceği zaman dört oğlunu başına topladı. Sadaktan bir ok çıkardı ve kırdı. Sonra birçok ok daha çıkararak birleştirdi: ‘İçinizde bunu kıracak var mı?’ dedi. Dört demir bilek o bir deste oku kıramadı. O vakit Cengiz, unutulmaz öğüdünü verdi: ‘Siz dedi, bu oklara benzersiniz. Birleşirseniz kimse sizi sındıramaz. Birleşmezseniz tek bir ok gibi ayrı ayrı kırılırsınız.’ Türk, bu öğüdü unutmamalı, el birliğinden ayrılmamalı.”
Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiçbir zaman unutmadıkları bu nasihatleri Abdal Musa’nın ağzından dinlemekle memnun oluyorlardı. Dil birliği, din birliği, yurt birliği gibi el birliği de onlar için çok kıymetli ve çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekâttı. Mamafih, yeni bir şey işitiyorcasına Abdal Musa’yı dinliyorlar ve toprağa karışmış analarının aynı meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı.
Abdal Musa’dan sonra Murat ve Geyikli harp menkıbeleri anlattılar, tatlı tatlı konuştular. Ay, Kırkpınar’dan uzaklaştığı zaman Akça Koca izin istedi:
“Bize ruhsat, yerimize dönelim. Sizi yorduksa hoş görün. İçimiz ferahladı. Tasalı geldik, tasasız dönüyoruz.”
Geyikli Dede:
“Maasselâme!” dedi.
Abdal Musa:
“İşini, aşını, eşini bil!” darbımeselini tekrarladı.
Abdal Murat sadece: “Uğurlar olsun.” cümlesiyle veda eyledi.
Duğlu:
“Ben sizinle bileyim. Gaziler Yaylası’nda size birer ayran sunarım. Geyikli’nin soğuk kımızı hazırlanıncaya kadar bizim ayran Kevser sayılır.” diyerek alplara arkadaşlık edeceğini anlattı. Biraz sonra üç alpla Duğlu, Kırkpınar’dan ayrılmıştı. Kuvvetli bir mehtabın tenvir ettiği yollardan Uludağ’a iniyorlardı. Dağa çıkışları gibi inişleri de muhipti. Mesafeler yine bu heybetli adımlar önünde kısalıyor, düz yerler ve meyilli noktalar, aynı huşu içinde siliniyor, önlerinden sanki kaçıyordu. Gaziler Yaylası’nda biraz durdular; üçer dörder çanak ayran içtiler ve sonra mükrim ayrancıya veda ederek yola revan oldular. Bursa önündeki çadırlı karargâha geldikleri zaman güneş doğuyordu.
NENOFAR’DAN TEOFANO’YA
Güzel Çocuk!
Mektubunu, iyi bir satıcı rolü yapan dadının elinden mücrim bir vesika gibi aldım ve memnu bir eser gibi gözden geçirdim.
Bir Türk evinde Rumca mektup! Çok sevdiğini sık sık söylediğin saçlarımdan kuru bir ağaç dalına asılmak için ne güzel vesile!
Bilmem, Rumca bir mektubun tıpkı bir Rum gibi iğrenç göründüğü temiz ve mağrur bir muhitte yaşadığımı niye düşünmedin? Yoksa beni canından bezmiş, dünyadan usanmış, ölümüne susamış bir talihsiz sandın da öbür âleme gitmeme lütfen zemin ihzar etmek mi istedin?
Evet güzel çocuk. Bana Rumca kâğıt göndermek ve hele bu kâğıdı gizli vasıtalarla yollamak beni haşmetpenah zevcimin yanında töhmet altına sokmak demektir. Atanais’in elma hikâyesini elbette bilirsin. O güzel vasilisa,13 zevcinin gönderdiği bir nadide elmayı âşığına yollamış, o da bilmemezlikle elmayı İmparator’a hediye ederek mahrem bir gönül macerasının meydana çıkmasına sebebiyet vermişti. Senin mektubun o meşum elmadan daha muzır! Çünkü Atanais, Kudüs’e seyahatle mezardan kurtulmuştu. Benim, Rumlarla muhabere ettiğimin anlaşıldığı gün, henüz yürümeye ve babasının silahlarıyla oynamaya başlayan oğlum Süleyman öksüz kalacaktır.
Sakın bu sözlerimden telaşa düşme, gönderdiğin mektubun ele geçmesi ve beni de öbür dünyaya göçürmesi ihtimalini düşünüp titreme. Koynumda gizli bir mektupla kocamın koynuna girmek elimden gelemeyeceği ve buraya geldim geleli doğrulukla, açık sözlülükle ve temiz özlülükle benliğimde kâmil bir ünsiyet hasıl olduğu için daha dadın odamda karnını doyururken mektubunu kocama gösterdim.
Ay, yüzün mü sarardı? Mektubunu görür görmez haşmetpenahın gazaba gelip beni yerlere attığını mı zannettin? Aman korkma, zehabım da tashih et. Kocam Rum prensi değil, Türk ulusudur. Harp sahnesinde hakiki bir ejder, kendi yuvasında tam bir melektir. Bu, onun için bir meziyet değildir. Çünkü her Türk aynı meşrep ve aynı kuvvettedir. Şu sizin ismi var, cismi yok Agamemnonlarınız, Aşilleriniz, Herkülleriniz, celadette, hamasette, erkekliğe ait herhangi bir meziyette zevcimin de arkadaşlarının da kâ’bine varamaz. Tamamen