Виктор Мари Гюго

Sefiller I. Cilt


Скачать книгу

Tek bir filizlenen hırs, yapraklarını gölgesinde bırakma aptallığına düşmemişti. Çünkü onun gibi sadece sevgiye, merhamete, şefkate inanan ve bu inancına göre davranan bir adamın, hiç kimsenin haksız yere yükselmesine çalışmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Monsenyör Bienvenu’nün altında büyümenin imkânsızlığını o kadar iyi anlamışlardı ki onun görevlendirdiği genç rahipler ilahiyat okulundan ayrılır ayrılmaz Aix ya da Auch başpiskoposlarına başvuruda bulunarak hemen bulundukları konumdan ayrılmaya çalışırlardı. Kısacası, dediğimiz gibi bu insanların da hırsları vardı. Fedakârlık nöbetinde yaşayan bir aziz, tehlikeli bir komşudur. Size bulaşarak tedavi edilemez bir yoksulluğu, ilerlemede yararlı olan eklemlerdeki bir ankilozu ve kısacası, istediğinizden daha fazla vazgeçmeyi iletebilir ve bu bulaşıcı erdemden kaçınılır her zaman. İşte Monsenyör Bienvenu’nün yalnızlığı da bu yüzdendir. Bizler karanlık bir toplumun ortasında yaşamaktayız. Başarı ise yozlaşmanın yamacından damla damla düşen bir derstir.

      Geç de olsa başarının kokmuş, yıpratılmış bir erdem olduğu söylenebilir. Bu yıpranmış toplumun içinde başarı sağlamak ise kimi eskimiş, değerini tamamen kaybetmiş ahlak kurallarına uymakla mümkündür.

      Başarının yetenekli tek bir kopyası vardır: Tarih. Juvenal ve Tacitus bu konuda şunları ifade etmiştir: Günümüzde resmî olarak hizmete girmiş olan bir felsefe, başarı cübbesini üzerine giymiş ve gerekli girişi yapmıştır. Refah kapasitesinin savunulması teorik olarak başarılmıştır. Piyangodan kazandıysanız, siz zeki bir adamsınız. Zafer kazanana saygı gösterilmelidir. Ağzında gümüş kaşıkla doğan, yaşamı boyunca şanslıdır. Şayet şanslıysanız, dünyanın geri kalan her şeyine sahip olursunuz. Mutlu olursanız, insanlar sizin mükemmel olduğunuzu düşünür. Yüzyılın görkemini oluşturan beş-altı büyük istisna dışında, çağdaş hayranlık basiretsizlikten başka bir şey değildir. Işıltılar altındır.

      Tüm bu göz alıcı tavsiyeler, başarı için duyulan hırs; Bienvenu tüm bunlara uymayı reddettiği içindir ki yükselmeyi aklından bile geçirmemiştir. O; bütün bu ışıltılı sözlere, zenginliklere ve fırsatlara uymaktansa hiç yaşamamayı tercih etmiştir. Onun hayatı boyunca tek istediği şey, doğru hükümler vermek olmuştur.

      XIII

      Neye İnanıyordu

      Ortodoksluk açısından Digne Piskoposu’nun görüşlerini açıklamaya gerek duymuyoruz. Böyle bir adamın huzurunda kendimizi saygıdan, büyük huşu içinde bulduğumuzu söylememiz yeterli olacaktır. Bir adama dürüst diyebilmemiz için, vicdanı ile davranışları arasında bir bağ kurmak gereklidir. Ayrıca belirli vasıflar bahşedilmiş kişileri, insan erdeminin tüm güzelliklerinin gelişimini, bizler ancak inançla kabul ederiz.

      Acaba o, bu dogma ya da gizem hakkında ne düşünüyordu? Vicdanın iç muhakemesinin bu sırlarını sadece ruhların çıplak girdiği mezarlar bilebilirdi. Emin olduğumuz tek bir nokta vardı, o da inancın zorluklarının onun mücadelesinde hiçbir zaman ikiyüzlülüğe dönüşmediğiydi. Güneş asla balçıkla sıvanamaz…

      İşte o da tıpkı güneş gibi, kendi gücünün ölçüsüne inanıyordu ve sıklıkla “Ben yalnız Tanrı’ya bağlıyım.” diye haykırmaktan kaçınmıyordu. Ayrıca her daim fakirlere yardım etmesi, onlara kuvvet vermesi, vicdani olarak rahatlamasını ve “Tanrı sizin yanınızdadır.” diyerek etrafındaki sefillerin de vicdanen güçlenmesini sağlamıştır.

      Dikkat etmemiz gereken nokta, Piskopos’un inancının dışında ve ötesinde aşırı bir sevgi duygusuna sahip olmasıdır. Piskopos’un en büyük kusuru olarak uhrevi şeylerden önce; insancıl, hayati şeylere olan bağlılığı ve bu bağlılığı gizlemeyişi gösteriliyordu. Aslında o, tam anlamıyla insanla ilgili olan her şeyi seviyordu. Ne de özenilecek büyük bir kusurdu bu böyle? Onunki, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanları aşan ve zaman zaman onlara bağlı eşyalara kadar uzanan dingin bir hayırseverlikti. Hiç kimseyi küçümsemeden yaşayan biriydi. Tanrı’nın yarattıklarına karşı her zaman hoşgörülüydü. Her insan, içimizdekilerin en iyisi bile mutlak surette yüreğinin derinliklerinde düşüncesiz bir sertlik taşırdı. Ancak Digne Piskoposu, birçok rahibe özgü olan o sertlikten dahi hiçbir suretle nasibini almamıştı. Brahman’a kadar hiç gitmemişti ancak Vaiz’in şu sözlerini gayet net bir biçimde benimsemiş olduğu aşikârdı: “Hayvanların ruhlarının nereye gittiğini kim bilebilir ki?” Görüntülerin çirkinliği, içgüdülerin biçimsizliği onu hiçbir zaman rahatsız etmez, öfkesini uyandırmazdı. Kutsal ruhlar ona dokunmuş, böylece onun uhrevi bir varlık olmasını sağlamıştı. Dış görünüşe asla önem vermediği tüm davranışlarından belliydi. O ruhen hayatın sınırlarını, nedenini, açıklamasını veya bahanelerini aramak için düşüncelerinin derinliklerine dalmıştı. Bazen Tanrı’ya, vermiş olduğu cezaları hafifletmesi için dua ediyordu. Kaosun doğada hâlâ var olan kısmının gazaba uğramaması için varoluşun yazılmış olduğu parşömeni deşifre eden bir dil bilimcinin gözüyle tekrar tekrar inceliyordu. Dalmış olduğu düşünceler kimi zaman onun tuhaf sözler söylemesine neden oluyordu. Bir sabah bahçesinde dolaşıyor, yalnız olduğunu düşünüyordu ama kız kardeşi tıpkı bir gölge gibi onun arkasından yürüyordu. Piskopos bir anda olduğu yerde durdu, yerdeki bir şeye dikkatlice baktı; büyük, kapkara, kıllı ve korkunç bir örümcekti baktığı şey. Kız kardeşi onun şöyle dediğini duydu: “Zavallı yaratık! Bu onun suçu değil ki!..”

      Bu neredeyse ilahi, çocukça nezaket sözlerinin kime, nasıl bir zararı olabilirdi ki? Çocuk gibiydi ama onun bu yüce çocuksuluğu Aziz Francis d’Assisi’ye ve Marcus Aurelius’a özgü kutsal bir saflığa sahipti. Bir gün bir karıncaya basmamak için ayağını bile burkmuştu bu nahif adam. İşte bu kadar hakkaniyetli yaşayan bir insandı. Bazen bahçesinde bile uyuyakalırdı ve bunu eşi benzeri olmayan bir nimet sayardı kendisine.

      Monsenyör Bienvenu’nün gençlik yıllarında aslında oldukça öfkeli biri olduğuna dair söylentiler vardı. Hatta rivayetlere göre eskiden fazlasıyla gururlu da bir adammış. Onun evrensel güzelliği; doğanın bir içgüdüsünden çok, yaşam aracılığıyla yüreğine sızmış ve yumuşaklığını zamanla, düşüne düşüne kazanmış. Sizce de böylesi daha değerli değil midir? Çünkü bir karakterin oluşumunda, tıpkı kayalarda olduğu gibi, su damlalarının oluşturduğu delikler olabilir. İşte bu delikler asla silinemez ya da yok edilemez.

      1815’te, daha önce de söylediğimiz üzere, yetmiş beşinci doğum gününe ulaştı Piskopos. Ancak dış görünüş olarak altmıştan fazla görünmüyordu. Uzun boylu birisi değildi, oldukça da tombuldu ve bu durumla mücadele edebilmek için uzun yürüyüşler yapmayı severdi. Adımları hâlâ oldukça sağlam olmasına karşın yaşlılıkla birlikte hafif kamburu çıkmıştı. Bu özelliğini belirterek elbette ki herhangi bir şeyi ima etmiyoruz. Sonuç olarak onun bu özelliğinden kimseye zarar gelmezdi. XVI. Gregory de seksen yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen dimdikti ve dudaklarından hiç eksik olmayan bir tebessümü de vardı. Ancak bu durum yine de onun berbat bir piskopos olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Monsenyör Bienvenu’ye halk arasında insanlar “Güzel Baş” diyorlardı. Gerçekten de güzeldi ancak çok sevimli olmasından dolayı, güzelliği ikinci plana atılıyordu.

      Onun cezbedici özelliklerinden biri olan ve daha önce sözünü ettiğimiz o çocuksu neşesiyle konuştuğunda insanlar, onun yanında kendisini rahat hissediyor ve sanki tüm benliklerine neşe yayılıyordu. Sağlıklı ve ışıldayan yüzü, ilerlemiş yaşına rağmen bembeyaz olan dişleriyle dinç bir adamdı; gülümsemesi bu yüzden karşısındakileri rahatlatıyordu, tertemiz bir ifadesi vardı bu gülümsemenin. İşte onun bu tertemiz ifadesi “o iyi bir adam” denilmesine neden oluyordu, onun başını kolayca bir çocuğunkine benzetebilirdiniz. Hatırlanacağı