zamandır acı çekiyorlar ve siz sanki bundan habersizmiş gibi davranarak karşıma çıkıyor, beni sorguya çekiyor ve XVII. Louis’nin ölümünün neredeyse insanlık dışı olduğu hususunda bana ahkâm kesiyorsunuz. Bu konuda kesinlikle haksızsınız. Buralara geldiğimden bu yana, gördüğünüz bu kulübede bir başıma yaşıyorum. Asla dışarı çıkmadım, kimseyi rahatsız etmedim ve bana yardım eden gördüğünüz o çocuktan başka kimseyi de görmedim. Sizi tanımıyorum ancak namınız bana bir şekilde ulaştı. İsminiz insanlar tarafından ne nefretle anılıyor ne de sizin yüksek faziletlerinizden bahsediliyor. Kaldı ki bu düşüncelerin hiçbirini de umursamıyorum. Zeki bir adamsınız ve halka karşı kendinizi merhametli bir adam gibi empoze etmenin pek çok yolunu da biliyorsunuz. Ayrıca geldiğinizde arabanızın sesini duymadım, beni şaşırtmak için hiç şüphe yok ki onu; şurada, koruluğun arkasındaki yolda bırakmış olmalısınız. Dediğim gibi, ben sizi tanımıyorum. Bana piskopos olduğunuzu söylediniz ancak bu bana sizin ahlaki kişiliğiniz hakkında hiçbir bilgi vermiyor. Kısacası sorumu tekrarlıyorum: Kimsiniz siz? Bir piskopos, yani başka bir deyişle bir kilise prensi; gayet güzel geliri olan, keyfi yerinde, işi tıkırında, şu yaldızlı rahat adamlardan birisiniz. Digne Piskoposu olarak aylık on beş bin frank sabit gelir, on bin frank masraf ödemesiyle toplam yirmi beş bin frank alan, İsa adına saraylarda yaşayan, emrinde hizmetkârları olan, en güzel yemekleri yiyen, en nefis şarapları içen, arabalarla yolculuk yapan bir adamsınız! Sağlam gelir, saraylar, atlar, hizmetçiler, iyi sofralar ve hayatın tüm zevkli nimetlerinden faydalanan bir başrahipsiniz. Hazların en büyüğünü, güzelliklerin en derinini, rahatlıkların en kaygısızını yaşayabilecek durumdasınız. İşte tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda kulübeme gelerek merhamet duygusunun içsel ve temel değeri konusunda beni aydınlatamazsınız. Bana gerçek kişiliğinizi gösterin. Kiminle konuşuyorum ben? Kimsiniz siz?”
Piskopos başını eğdi, sakince cevap verdi: “Ben sadece küçük ve mütevazı bir solucanım.”
“Arabası olan bir solucan mı?” diye sordu Konvansiyon Üyesi, dişlerinin arasından. Şimdi roller değişmişti, kibirli olma sırası ihtiyar adama geçmiş ve Piskopos onu alttan almaya başlamıştı.
Piskopos en yumuşak sesiyle cevap verdi:
“Öyle olsun, efendim. Ama bana lütfen bana şunu açıklar mısınız? Birkaç adım ötedeki ağaçların arkasında duran arabam, yaşadığım hayatın zenginliği, cuma günleri yediğim yemeklerin iyiliği; yirmi beş bin frank gelire, saraya ve uşaklara sahip olmam ile 93 yılının acımasız devrimi arasında nasıl bir ilişki var? Dünya nimetlerinden yararlanmakta olmam, bu olayda merhamet unsuru olduğunu ya da aynı şekilde merhamet ve doğruluğun bende bulunmadığını kanıtlar mı?”
İhtiyar adam, sanki bir sis tabakasını süpürmek istermiş gibi elini alnının üzerinden geçirdi.
“Size cevap vermeden önce…” dedi. “Beni bağışlamanızı rica ediyorum. Az önce bir hata yaptım, efendim. Benim evimdesiniz, misafirimsiniz, size karşı nazik davranmam gerekirdi. Benim fikirlerim üzerine tartışıyorsunuz ve ben de size karşı hakkımı savunmak için argümanlarımı sunmakla yetiniyorum sadece. Size ikramda bulunacağıma, zenginliğinizi bir suç gibi yüzünüze vuruyorum. Ancak bunu sadece, bence kutsal olan bazı şeylerden saygısızca söz etmenizden dolayı yaptım. Artık bu şekilde konuşmayacağıma sizi temin ederim.”
“Teşekkür ederim.” dedi Piskopos, G. konuşmasına devam etti.
“Şimdi tekrar konumuza dönelim ve benden öğrenmek istediğinize gelelim. Nerede kalmıştık? Bana ne demiştiniz? O, 93 olayının acımasız bir devrim olduğu mu?”
“Acımasız, evet.” dedi Piskopos. “Marat’nın giyotini okşaması hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Peki, ya siz Bossuet’nin Protestanları şarkı söyleyerek ezişi hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Bu cevap oldukça sertti, terbiyeli fakat kesin bir tavırla konuya damgasını vurmuştu. Piskopos bu soru karşısında irkildi, buna bir cevap veremiyordu ve Bossuet’nin bu şekilde anılması onu rahatsız etmişti. Zaten en iyi akılların garip bir mantığı vardır ve kimi zaman bu kişiler kutsal belledikleri bazı görüşlere saygısızlık gösterildiğinde kendilerini yaralanmış hissederler.
Konvansiyon Üyesi artık nefes nefese kalmaya başlamıştı. Son nefeslerin verdiği ızdırap nefes almasını engelliyor, konuşmasını güçleştiriyordu; yine de gözlerinde mükemmel bir ruh berraklığı vardı. Konuşmaya devam etti: “Hâlâ kendimi iyi hissediyorum, bu yüzden de hâlâ şundan bundan konuşabiliriz. Bir bütün olarak ele alındığında devrim, insanlığın büyük çapta ayaklanışıdır ve ne yazık ki 93 olayı bir savunmadır. Bunun acımasız olduğunu düşünüyorsunuz, efendim. Peki ama krallık idaresi içinde merhamet unsuru bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Carrier bir hayduttur, peki siz Maontrevel’i ne sıfatla anacaksınız? Fouguier-Tainville bir serseridir, buna karşılık Lamoignon-Baville hakkında sizin görüşünüz nedir? Maillard korkunçtu ama Saulx Tavannes’e ne demeli? Duchene tam anlamıyla merhametsizdi ama buna karşılık ihtiyar Letellier sizce ne tür bir vahşiydi? Jourdan-CoupeTete bir canavardı ama Marquis de Louvoise ondan binkat daha kötü bir canavardı. Efendim; Efendi Arşidüşes ve Kraliçe Marie Antionette için üzgünüm; 1685 yılında, Büyük Louis devrinde bir anneye yapılan işkence yüzünden de çok üzgünüm; bu zavallı kadın yarı çıplak hâlde bir direğe, zavallı bebeği ise karşısındaki başka bir direğe bağlanmıştı. Zavallı bebek açlıktan ölürken Kral’ın adamları kadına tekrar Katolik olursa bebeğini kurtarabileceğini söylüyordu. Kadıncağızın tek suçu Protestan olmaktı. Göğsü sütle, yüreği acıyla kabardı bu kadının; bebek ise açlık ve annesinden ayrılmasının acısıyla ağladı, acı çekti. Cellat kadına, bir anneye ve bir hemşireye ‘vazgeç’ dedi, ona bebeğinin ölümü ile vicdanının ölümü arasında seçim yapma hakkı verdi. Tantalos’un bir anneye uyguladığı bu işkence hakkında ne düşünüyorsunuz? Şunu kesinlikle unutmamalısınız, efendim; Fransız Devrimi’nin varoluş nedenleri vardır. Bu yüzden de gelecekte yarattığı acımasızlık bağışlanacak, dünya onun sertliğini hoş görecektir. En korkunç darbelerden, insanoğlu adına aydınlık doğmuştur. Susmam gerekiyor. Artık öleceğimi hissediyorum.”
Piskopos’a bakmayı bırakan Konvansiyon Üyesi, düşüncelerini şu sakin sözlerle sonlandırdı:
“Evet, ilerlemenin acımasızlıklarına devrim deniyor. Bunlar sona erdiğinde ise şu gerçek kabul edilir; insan ırkına sert davranılır, zorbalık edilir fakat bu zorbalıklar sayesinde devrim başarı ile sonuçlanır ve insanlık ilerler.”
Konvansiyon Üyesi, artık Piskopos’un en derinlerindeki tüm siperlerini art arda fethettiğinden hiç şüphe duymuyordu. Ancak buna rağmen tereddütleri vardı. Monsenyör Bienvenu yine de tam anlamıyla onun gibi düşünmediğini belirtmek için şu açıklamayı yaptı:
“Tanrı’ya güvenmeden ve onun kutsal yardımlarından faydalanmadan ilerleme olmaz. Ateist olan, insan ırkı için kötü bir liderden başka bir şey değildir.”
Halkın eski temsilcisi buna cevap veremedi, korkunç bir titreme nöbetine kapılmıştı. Gökyüzüne doğru bakıyordu ve gözleri buğulanmaya başladı. Morarmış yanaklarından gözyaşları süzüldü ve gözleri derinliklere daldığı sırada, neredeyse kekeleyerek oldukça kısık sesle, kendi kendine şöyle dedi:
“Ah sen! Sen en yücesin! Bir tek sen varsın!”
Piskopos tarif edilemez bir şok yaşadı. Bir duraklamanın ardından yaşlı adam, parmağını göğe kaldırdı ve şöyle dedi:
“Sonsuzluk işte tam karşımda. Sonsuzluğun eğer bir kişiliği olmasaydı, insan sınırsız olurdu; başka bir deyişle var olmazdı. İşte ben