ruhlardan birine sahip olduğunu hissettiren türde bir saygıydı.
Gördüğünüz üzere tüm bu anlatılanlar, onun şahsiyetine dair yeterince bilgi elde etmemizi sağlıyor. İyilik, fazilet, dinî törenler, fakirlere yardım, sefillere teselli, misafirperverlik, vaazlar… İşte bunların tümü, onun günlük hayat meşgaleleriydi. Tam anlamıyla dopdolu demek doğru bir ifade olacaktı; kesinlikle Piskopos’un günü, sabah kalktığı andan gece yatana kadar güzel sözler, temiz duygular ve iyi davranışlarla doluydu. Bununla birlikte soğuk veya yağmurlu havalar dışında, iki kadın odalarına çekildiklerinde Piskopos bahçeye çıkar, bir veya iki saat hem düşünür hem de dolaşırdı. Bunu yapamadığı gecelerde ise gününü tamamlanmamış sayardı. Ona göre geceleri gökyüzünü ve yıldızları seyrederek Tanrı’yı düşünmek, felsefi konular hakkında fikir üretmek, bu düşüncelerle kendini uykuya hazırlamak bir ibadetti. Bazen iki ihtiyar kadın hâlâ uyanıksa gecenin ilerleyen saatlerinde, onun hâlâ bahçede gezindiğini duyarlardı. O sıralarda Piskopos kendisi ile yalnız kalarak yüreğini ve zihnini gerektiği kadar temiz ve açık kılmaya çalışmakla uğraşır, kendisini gözden geçirir; takımyıldızlarının bariz ve Tanrı’nın görünmez görkemiyle de harekete geçerek yüreğini bilinmeyene dair düşüncelere açardı. Böyle anlarda yıldızlı gecenin ortasında mutlak fazilete ulaşmak ister, bunun için çırpınırdı. Yaradılışın evrensel ışıltısının ortasında coşkuyla yüreğindekileri dışarı dökerken tek düşüncesi, insanın Tanrı’sının huzurunda nasıl yücelebileceği olurdu. Tanrı’ya duyduğu hayranlığın kendisini tabiata daha da yakınlaştırdığına inanırdı; sebepler üzerinde pek fazla düşünmez, sadece sonuçlara bağlanmakla yetinirdi. İşte bu, ruhların uçurumları ile evrenin uçurumlarının gizemli değişimiydi!
Tanrı’nın büyüklüğünü ve varlığını, geleceğin sonsuzluğunu ve içinde barındırdığı gizemi, sonsuz geçmişin çok daha büyük gizemlere sahip olduğunu, gözlerinin altında tüm duyularına işleyen sonsuzluğu ve anlaşılmaz olanı anlamaya çalışarak düşüncelere dalardı. Tanrı’yı incelemez, kendisini onun büyüsüne kaptırırdı. Maddeye görünümleri ileten güçleri doğrulayarak açığa çıkaran; birlik içinde bireysellikler, genişlikte orantı, sonsuzda sayısızlık yaratan ve ışık yoluyla güzellik üreten atomların o muhteşem bağlantılarını düşünürdü. İşte tüm bu bağlantılar onun düşünce âleminde, tıpkı yaşam ve ölüm gibi, durmadan kurulur ve çözülürdü.
Sırtını solmaya yüz tutmuş bir asma dalına yaslayarak tahta bir sıraya oturur, meyve ağaçlarının cılız ve bodur silüetlerinin arasından yıldızlara bakardı. Çok düzgün ekilmemiş, yaşadıkları yapı yıpranmış olsa da sahip oldukları bu çeyrek dönümlük arazi onun için çok değerliydi ve tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Çok az boş zamana sahip olan, hayatını sürekli çeşitli uğraşlarla geçiren; boş zamanını gündüz, bahçesi ve gece, tefekkür arasında bölen bu ihtiyar adamın başka neye ihtiyacı olabilirdi ki? Bu küçük bahçesinde, göklerin bahçesinin üzerine tavan yaptığı bu dar alan onun Tanrı ile iletişimini sağlaması için yeterli değil miydi? Aslında şu dünyada sahip olabileceği her şey elinde mevcuttu, bunun ötesinde arzulanacak ne kalmıştı ki? İçinde dolaşabileceği küçük bir bahçe, hayal edebileceği uçsuz bucaksız bir gökyüzüne sahipti. Bahçesi onun için kutsaldı, en az kilise kadar kutsaldı, burası ona yetiyordu; yeryüzündeki çiçekleri ve gökyüzündeki tüm yıldızlar ona aitti, başka da bir isteği yoktu zaten.
XIV
Ne Düşünüyordu
Son bir söz daha…
Bu tür ayrıntılar, özellikle şu anda ve şimdi moda olan bir ifadeyi kullanacak olursak Digne Piskoposu’na belirli bir “panteist” ifade veriyordu. Bazen yalnız ruhlarda ortaya çıkan ve orada bir biçim alıp dinin yerini alıncaya kadar büyüyen, kendi asrımıza has olan bu şahsi felsefelerden birini benimsediği kanaatine varabiliyordu insanlar. Monsenyör Bienvenu’yü tanıyan kişilerden hiçbirinin, kendisinin böyle bir şey düşünmeye yetkili olduğunu aklına getirmediği hususunda ısrarcıyız. Bu adama böylesine ruhani bir parlaklık veren tek şey, onun yüreğiydi. Bilgeliği oradan yükselen ışıktan kaynaklanıyordu.
Bir sisteme bağlı değildi ama birçok amacı vardı. Belirsiz spekülasyonlar insanın aklını karıştırırdı. Ancak hayır, o kesinlikle zihnini kıyamet düşünceleri ile mahvedecek türden bir adam değildi. Papazlar cüretkâr olabilirdi ancak piskoposlar çekimser olmak zorundaydı. Bu nedenle de bir bakıma, korkunç büyük beyinlerin çözmesi gereken bazı sorunları çok önceden dile getirmekten mutlak surette çekinirdi. Dinî düşüncelere yaklaşmakta olan gizemli, kutsal bir korku vardır; işte tam da o kasvetli eşiğe yaklaştığınızda içinizden bir ses, size asla oradan içeriye girmemenizi söyler. Oraya girenlerin vay hâline!
Söz konusu böyle bir durumda, soyutlamanın ve saf spekülasyonun aşılmaz derinliklerinde, tabiri caizse tüm dogmaların üzerinde onun gibi dehalar, fikirlerini Tanrı’ya sunardı. Onların duaları cüretkâr biçimde büyük tartışmalara neden olurdu. Onların hayranlığı sorgulanırdı. Sınırlarını zorlayanlar, heyecan ve sorumlulukla dolu olanlar için buna doğrudan doğruya din diyebiliriz işte.
İnsan düşüncesinin kesinlikle sınırı yoktur. Kendi başına aldığı riskler ve tehlikelerin altında, benliklerinin göz kamaştırıcı etkisini analiz ederek zihinlerinin derinliklerine inerlerdi. Bu düşünceler ve muhteşem bir tepki ile tabiatı bile büyülediğini söyleyebilirdik. Bizi çepeçevre saran bu büyük evren ancak bizden aldıklarını geri verebilirdi; elbette tüm bu düşüncelerin sınırlarını aşan, ufkunun sınırları olmayan kişiler de vardı. Hayalleri ufkunun eşiğinde, mutlaklığın doruklarını açıkça algılayabilen ve sonsuz zirvelerin korkunç vizyonuna sahip olan insanlardı onlar. Monsenyör Bienvenu bu adamlardan biri değildi, hatta o bir dâhi de değildi. Swedenborg ve Pascal gibi bazı çok büyük adamların bile delirdiği bu yüceliklerden korkardı o. Elbette bu güçlü dehaların akıllarında onları deli eden bu soruların kendilerine has eşsiz cevapları da vardı ve bu çetin yollardan ancak bu suretle ideal mükemmelliğe yaklaşabilirlerdi. Piskopos’a gelince onun hiçbir zaman böyle bir dileği olmamıştı, o sadece kısa yolu seçerek kayıtsız şartsız İncil’e inanma yolunu seçmişti.
O sadece üstlenmiş olduğu kutsal görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışan bir adamdı, faziletli ve mütevazı idi. Olayların karanlık dalgasını dağıtacak hiçbir gerçek dışı ışığı yansıtmayı tercih etmezdi. Halka hiçbir suretle ne bir falcı ne de bir büyücü gibi görünmek istedi. Hiçbir zaman sahte alevlerin ışığını halkın duyguları üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmadı. Bu alçak gönüllü ruh sadece sevdi, Tanrı’sına büyük bir aşkla bağlandı, hepsi buydu.
Dua etmeyi insanüstü bir özlemin tesiriyle yüksek sesle ifade etmek istemiş olabilirdi ancak insan, nasıl gereğinden fazla sevemezse aynı şekilde gereğinden fazla da dua edemezdi. Eğer metinlerin ötesinde dua etmek bir tutkuysa o zaman Aziz Teresa ve Aziz Jerome de geleneklere ters insanlar olmalıydı.
O, inleyen ve kefaret ödemek zorunda kalan zavallılara yöneldikçe evreni uçsuz bucaksız bir hastalık olarak görüyordu; her yerde ateşi hissedebiliyor, ızdırabın sesini duyabiliyor ve her yerde acı çekenleri görebiliyordu. Ancak asla asıl meseleyi çözmeye çalışmadan sadece onların bu yaralarını sarmak için uğraşıyordu. Yaratılmışların yaşadıkları korkunç ızdırapların görüntüsü onda zamanla belli bir hassasiyet oluşturmuş, yüreğini yumuşatmıştı; bu yüzden de kendisini sadece benliğini bulmaya, etrafındaki sefillere ve zavallılara şefkat göstermeye, kederlileri en iyi şekilde teselli etmeye adamıştı. Her gününü var olan teselli ve kurtarmanın yollarını arayarak