neredeyse düştü ve yoldan geçen biri onun bu sırada, iniltileri arasında, “Ben bir köpek dahi olamıyorum!” diye bağırdığını duydu.
Kısa bir süre sonra yeniden ayağa kalktı ve yürümeye devam etti. Tarlalarda kendisine barınacak bir yer sağlayabilecek bir ağaç ya da samanlık bulmayı umarak etrafta dolaşmaya başladı.
Bir süre böyle başı öne eğik yürümeye devam etti. Tüm insanlardan uzaklaştığını hissettiği bir yerde gözlerini kaldırdı ve etrafına bakındı. Bir arazi üzerindeydi. Önünde, hasattan sonra balyalar hâlinde toplanarak istiflenmiş, anızlarla kaplı alçak tepelerden biri vardı.
Etraf kapkaranlıktı. Bu sadece gecenin karanlığı da değildi, tepenin üzerinde duruyormuş gibi görünen ve tüm gökyüzünü dolduran yoğun bulut tabakalarından kaynaklanan bir karanlıktı. Bu arada, ay yükselmek üzereyken ve zirvede hâlâ alaca karanlığın parlaklığından bir kalıntı varken bu bulutlar gökyüzünün zirvesinde bir tür beyazımsı kemer oluşturmuş ve buradan bir ışık parıltısı toprağa düşmüştü.
Çok şiddetli bir rüzgâr esmeye, şimşekler çakmaya başlamış ve böylece yeryüzü, özellikle uğursuz bir etki yaratan gökyüzünden daha iyi aydınlatılır hâle gelmişti. Kasvetli, ıssız, korkunç ve karanlık bir geceydi. Arazide ya da tepelerin bulunduğu kısımlarda ise sarsılan ve titreyen solmuş bir ağaçtan başka hiçbir şey yoktu.
Jean Valjean, elbette ki insani şeylerin gizemli yönlerine duyarlı olan o hassas zekâ ve ruh alışkanlıklarına sahip olmaktan çok uzak bir adamdı. Yine de böyle bir gecede korkmamak, ümitsizliğe kapılmamak hiç kolay değildi. Bir an olduğu yerde hareketsiz kaldıktan sonra, her ne olursa olsun geceyi şehirde geçirmesi gerektiğine karar vererek kararlı adımlarla geri döndü. Doğanın insanlara düşmanca göründüğü anlar vardı ve o, bu havada böylesine ıssız bir yerde kalmak istemiyordu.
Hızlı adımlarla yürümeye başladı, Digne’nin kapıları kapatılmıştı. Dinî savaşlar sırasında kuşatmalara devam eden Digne kasabası, 1815’te hâlâ yıkılmış kare kuleleri olan eski surlarla çevriliydi. Jean Valjean, bu surların arasında oluşan bir gedikten geçerek tekrar şehre girdi.
Saat gece sekiz olmalıydı. Sokakları tanımadığı için rastgele yürümeye devam etti.
Önce Hükûmet Konağının, ardından da Papaz Okulunun önünden geçerek Katedral Meydanı’na ulaşmıştı. Öfke dolu gözlerle kiliseye bakarak yumruğunu savurdu.
Bu meydanın köşesinde, İmparatorluk Muhafızları adına Elba Adası’ndan getirilen ve Napolyon’un bizzat dikte ettirdiği duyuruların ilk kez orada basıldığı bir matbaa vardı.
Yorgunluktan bitkin düşmüş ve artık hiçbir umudu kalmamıştı. Böylece matbaanın kapısının önünde duran taş bir sıraya uzandı.
O sırada, adamın taş sıranın üzerine uzandığını fark eden yaşlı bir kadın, kiliseden çıktı. “Orada ne yapıyorsun, dostum?” diye seslendi.
Jean Valjean sert ve öfkeli bir şekilde karşılık verdi: “Gördüğün gibi hanımefendi, yatıyorum.” Aslında imalı bir şekilde hanımefendi dediği o kadın, Markiz de R.’den başkası değildi.
“Bu bankta mı?” dedi şaşkınlıkla kadın.
“On dokuz yıl boyunca tahta bir zemin üzerinde yattım.” dedi adam. “Bugün de bir taş üzerinde yatayım, ne çıkar.”
“Asker miydin?”
“Evet hanımefendi, bir askerdim.”
“Neden hana gitmiyorsun?”
“Çünkü param yok.”
“Yüce Tanrı’m!” dedi Markiz de R. “Çantamda sadece birkaç santimim var.”
“Hepsini bana ver.”
Adam onun elindeki birkaç santimi aldı. Markiz de R. konuşmaya devam etti: “Bu kadarcık para senin handa kalmanı sağlamaz ama sen yine de şansını bir dene. Belki işe yarar. Geceyi bu şekilde taş üzerinde geçirmen imkânsız. Üşümüşsün ve belli ki açsın. Birileri mutlaka sana acıyıp yatacak yer verecektir.”
“Bütün kapıları çaldım.”
“Ah, öyle mi?”
“Her yerden de kovuldum.”
Hanımefendi şefkatle adamın koluna dokundu ve ona sokağın diğer tarafındaki küçük, alçak bir evi, Piskopos’un evini işaret etti.
“Bütün kapıları çaldın mı?”
“Evet.”
“Peki, o kapıyı çaldın mı?”
“Hayır.”
“Git, o kapıyı çal.”
II
Kuşku Bilgeliğe Giden Yol
O akşam Digne Piskoposu, gün boyu kasabada yaptığı gezintiden sonra, geç saatlere kadar odasına kapanmış; bir süreden beri yazmakta olduğu kitap üzerinde çalışıyordu. Bu kitapta, papazlarla doktorların görevleriyle ilgili önemli hususları dikkatle derliyordu. Kitabını iki bölüme ayırmıştı: İlk bölümde hepsinin görevlerini en ince detaylarına kadar ele alıyor, ikinci bölümünde ise her bireyin ait olduğu sınıfa göre görevlerini ayrıştırıyordu. Bu görevlerin hepsi, kendi alanlarında büyük görevlerdi. Her zamanki gibi sevgiden ve yardımlaşmadan söz ederek Aziz Matta’nın gösterdiği; Tanrı’ya karşı görevler (Matta, VI), kişinin kendine karşı görevleri (Matta, V, 29-30), komşuya karşı görevleri (Matta, VII, 12) ve hayvanlara karşı görevleri (Matta, VI, 20-25) olarak bu konuyu dört farklı gruba ayrıştırıyordu. Piskopos bu görevlerin yanı sıra, başkaca görevlerin farklı yerlerde belirtildiğini ve reçete edildiğini de gördü. Romalıların hükümdarlarına ve tebaalarına yazılan dizelerde yargıçlara, eşlere, annelere, genç erkeklere, Aziz Petrus tarafından yazılmış olan birçok nasihat vardı. Efesliler yazıtlarında kocalara, babalara, çocuklara ve hizmetkârlara nasihatlerde bulunuyordu. İbraniler ise yazıtlarında inananlara, bakirelere ve azizlere yer veriyordu. O ise tüm bunları bir araya getirerek büyük bir özenle, binbir emekle yazıyor; yorulmadan muazzam bir zahmetle saatlerce bu eser üzerinde çalışıyordu.
Saat sekizde hâlâ çalışmalarıyla meşguldü; dizlerinin üzerinde büyük bir kitapla, küçük kare kâğıtlara bir hayli zahmetle bir şeyler yazarken Madam Magloire, her zamanki gibi yatağın yanındaki dolaba koymuş olduğu gümüş eşyaları almak için içeri girdi. Piskopos, onun odaya girmesiyle akşam yemeğinin hazırlandığını ve kız kardeşinin yemek için onu beklediğini fark etti. Kitabını kapattı, masasından kalktı ve yemek odasına geçti.
Yemek odası; (daha önce de dediğimiz gibi) sokağa açılan bir kapısı ve bahçeye açılan bir penceresi olan, şömineli, dikdörtgen bir odaydı. O içeriye girdiği sırada Madam Magloire, aslında masaya son dokunuşları yapıyordu. Bu işleri yaparken de Matmazel Baptistine ile sohbet ediyordu. Masanın üzerinde bir lamba vardı; masa ise hemen şöminenin yanı başına yerleştirilmişti. Odun ateşi, etrafa tatlı bir sıcaklık yaymıştı.
Her ikisi de altmış yaşın üzerinde olan bu iki kadını insan kendi kendine kolayca tasavvur edebilirdi. Madam Magloire kısa boylu, etine dolgun, hayat dolu bir kadındı; Matmazel Baptistine ise onun aksine narin, zayıf, çelimsiz, erkek kardeşinden biraz daha uzundu. O gece üzerine bir zamanlar Paris’ten satın aldığı ve o zamandan bu yana da benimsediği 1806 modası pudra rengi ipek bir elbise giymişti. Bütün bir sayfanın anlatmaya yetmediği bir fikri tek bir kelimeyle dile getirme erdemine sahip olan kaba ifadeleri kullanacak olursak Madam Magloire, tam bir köylü ve Matmazel Baptistine tam bir hanımefendi edasına sahipti. Madam Magloire başına